İnsanlık tarihinin gördüğü bütün devrimler, o güne kadar insanlık üzerindeki en acımasız baskı aracı olan dine karşı yapılmıştır. Devrimin temel nitelikleri bilinçli olarak dine karşı donanımlı olsun yada olmasın tarih üzerinde devrim yaparak bir başka rejim hayali kuran bütün devrimciler dine karşı gelmiştir. Zaten bütün devrimciler için din adamlarının ölüm fermanlarını yayınlamasının asıl nedeni de budur.
Devrim ister komünist bir eğilimle işçi-köylü tabanınca desteklensin isterse krala ve soylulara karşı emek sömürüsüyle kazandığı parasını korumak isteyen burjuva sınıfına dayansın sonuç da hep kaybeden din ve dindarlar olagelmiştir. İşte birer ezilen sınıf ayaklanması olan Çin, Sovyet ve Küba devrimleri işte burjuvanın kral karşısında hak arama mücadelesi olan Amerikan, İngiliz (hem 1640-1660 hem de 1688 tarihli) ve Fransız devrimleri.
Sadece devrimler sonucunda yara alan sınıfın din adamları olmasından bu sonuca varılamaz elbette. Öte taraftan teorik olarak da devrimlerin antideist oldukları söylenebilir. Din ve onun yeryüzündeki temsilcileri olan din adamları tanrının cennetteki krallığın öykünerek yeryüzünde ideal bir devlet normu yarattıklarını ve bu yüzden kendilerinin ve kurdukları rejimlerin kutsal ve/veya sorgulanamaz olduğunu iddia etmişlerdir.
Ancak devrimciler ise din adamları ve onların bazen kuklası bazen ortağı bazen de kullanıcısı olan monarklar tarafından yeryüzündeki ideal, kutsal ve sorgulanamaz olduğu iddia edilen rejimin hiç de öyle iddia edildiği gibi olmadığı söylemektedir. Devrimcilere göre rejimler, özellikle de yıkmak istedikleri eski rejimler ideal değildir, kutsal değildir, sorgulanamaz hiç değildir.
Bir devrimci her zaman işe önce içinde yaşadığı ve değişmesini istediği rejimin ideal olmadığını yani bir başka yönetim tarzının mümkün olduğu düşünerek başlar. Bir kere bir rejimin hataları, kusurları ve günahları olduğu kabul edilirse, sözcüleri tarafından var olduğu iddia edilen kutsallık da ortadan kalkar. Ve kutsal olmayan her şey gibi devrimcinin yok etmek istediği o eski rejim de sorgulanabilir bir hal alır. Sorgulamanın başladığı noktada devrimci hareket de başlamış olur.
Bütün devrimlerin ortak noktası olarak din karşıtlığı var olan devrimlerden örneklendirmeye çalışalım. Dünyanın gördüğü ilk işçi devrimi olan Sovyet devrimi sonucunda kurulan yeni rejim ve açlıktan kıvranan halk önce altınla kaplı kilise çanlarını, kapılarını ve damlarını eriterek para olarak kullanmıştır. Sosyalist Rejim dini yasaklamış ve kilise ülkeden çıkarılmıştır. Marx’ın öğretileri doğrultusunda dinin toplumsal yaşamdaki ağırlığı azaltılmaya çalışılmıştır. Bütün dünya halklarını o yada bu şekilde mutlaka etkilemiş olan tarihteki ilk halk hareketi olan Fransız Devriminde baldırı çıplaklar Roma’nın dinine değil devrimcilerin görüşlerine itaat etmiştir. Devrimin ateşli önderi Robespierre Hıristiyanlığı terk edip kendi devlet dinini kurmaya kadar gitmiştir. Terör Döneminde Katolikler ağır işkencelerden geçmiş inançlı olmak neredeyse karşı devrimci olmakla eş tutulmuştur. Terör Dönemini bitiren Napolyon Vatikan’a yürümüş ve papalığı Fransa’ya taşıyarak Kutsal Roma’ya son vermiştir. Fransız Devrimin ortaya koyduğu vatandaşlık, kardeşlik, eşitlik ve ulus gibi kavramlardan en büyük zararı yine kilise görmüş eski gücü, kudreti ve iktidarı ortadan kalkmıştır.
Anadolu topraklarının sahne olduğu, doğulu toplumlar arasındaki uyanış ve dünya tarihindeki ilk anti-emperyalist hareket olan Kemalist Devrim de din karşıtı bir organizasyondur. Mustafa Kemal ve Arkadaşları, sultan ve halife tarafından zındık ve katli vacip ilan edilmiştir. Görüldükleri yerde yakalanıp teslim edilmeleri söylenen Kemalciler Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan Padişah ve halifeye başkaldırmış, ülkede isyan çıkarmışlardır. Sadece hareketin yöneliş tarzı değil içeriği de dine karşı takınılan açık tavrı göstermektedir. Ankara hükümeti, öncelikle yasaların dine uyumluluğu inceleyen bakanlığı lağvetmiş, laikliği bir rejim niteliği olarak benimsemiş, ardından anayasadan “dini islamdır” ibaresini kaldırmıştır. Dini kılık ve kıyafetlerin giyilmesini yasakladığı yetmezmiş gibi bir de dini kimliklerin kullanılmasına sınırlama getirmiştir. Kemalist rejimde de amaç aynı sosyalist yada liberal devrimlerde olduğu gibi dini toplumsal yaşamın dışına itmektedir. Sosyalist devrimciler dışında diğer devrimciler için dinin yeri bireysel alanın dışına çıkamaz, çıkmamalıdır.
Hal böyle olunca devrimcilerin çözmesi gereken bir başka konu daha kalmıştır. Vicdanlardan çıkarılan din yerine ne konulacaktır? Çünkü insan denen canlı organizmanın toplumsal yaşamda hal ve hareketlerini sınırlandıracak değerler yargısına ihtiyacı vardır. Daha önce değer yargısı yaratmayan devrimsel denemelerin (komün ve terör dönemleri gibi) sonuçlarının toplumsal yaşamı imkansız kıldığı anlaşılmıştır.
Bu soruna iki büyük yanıt gelmiştir. Sosyalistler, Marx’ın da görüşlerine uygun olarak din yerine sınıf bilinci ve yoldaş proleter ahlakı yerleştirmeyi, Liberaller ise vatandaşlık bilinci ve sorumluluğunu yerleştirmeyi amaçlamışlardır. Sosyal yaşamın her yerinde yaşanılan vicdani ikilemlerde dinin emrettiği etik kurallar değil sosyalist bir devrimde iseniz işçi ve yoldaş ahlakına uygun, liberal bir devrimde iseniz yurttaşlık, kardeşlik ve eşitlik ahlakına uygun hareket etmeniz beklenmektedir. Aslında varılan sonuç aynı olmakla birlikte bir başkasını malını çalmamanızın nedeni, dindar iseniz tanrı buyruğuna, sosyalist iseniz o mal üzerindeki yoldaşınız emeğine olan saygınıza, liberal iseniz ise aynı değerli bayrak altında yaşadınız vatandaşınız sizinle eşit derecedeki mülkiyet hakkına olan liyakatinize bağlanacaktır. Sonuç olarak beklenen sizin başkasının eşyasını çalmamanız iken bu beklentiyi doğuran değerler sistematiği üç ana görüşe göre farklılık arz etmektedir.
Bu açıdan bir de Kemalist Devrime bakmaya çalışalım. Kemalist devrim, hem sosyalizmden hem de liberalizmden emanet aldığı görüşleri çerçevesinde işleyen bir demokrasiyi ve müreffeh bir vatanı idealize eden bir kurucu ideolojidir. Mustafa Kemalin amaçladığı bir devlet kurmaktır, bir üçüncü rejim yaratmak değil. Bu yüzden Kemalist Devrimin yazınsal boyutu hem güdük kalmıştır. Buna rağmen Kemalist Devrim kurmak istediği ülkede yaşayacak olan vatandaşların nitelikleri üzerinde çalışmış ve onları istediği devrimsel çizgide şekillendirmeye çalışmıştır. Kemalist Devrim de yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi diğer bütün devrim hareketleri gibi dine karşı/dine rağmen ilerlemeye çalışmıştır. Nihai hedefi dinin toplumdaki ağırlığını yitirmesidir. Ancak ne yazık ki Kemalist İdeolojinin güdük tarafı burada kendisini göstermiş ve devrim vatandaşlarına bir değerler yargısını yaratamamıştır. Ne liberaller gibi vatandaşlığı ne sosyalistler gibi yoldaşlığı önermemiş ve toplumun kendisine din dışına çıktığında yaşayacağı ikilemleri çözmesi için bir değerler yargısı önerememiştir.
Dini toplumsal yaşamdan soyutlamak için dinin yerine vicdanları dolduracak bir değerler sistematiğinin yaratılmaması Kemalist Devrim’in uzun soluklu olamamasının ve kendi toplumsal tabanını yaratamamasını temel nedenini oluşturmaktadır. Liberal devrimcilerin önerdiği vatandaşlık bilinci, sosyalist devrimcilerin önerdiği yoldaş ahlakını ortaya koyamamıştır. Bu nedenle toplumsal kesimler içerisinde düşüncel bir yargı ile vicdanlarındaki dinin yerini boşaltmaya gönüllü olan bireyler doğan boşluğu dolduracak değerler yargısını devrimcilerden bulamayınca çeşitli yollara sapmıştır. Kimi kesimler eski değerlerine geri dönerken, kimileri ise karşı devrimlerin niteliksiz taleplerine razı gelmiştir.
Bir değerler sistemi yaratamamamın eksikliği Kemalist Devrimin şekilcilik boyutunda öteye gidememesine neden olmuştur. Bütün devrimler gibi önder kadronun yönlendirmesiyle bir takım şeyleri sadece gereklilik olduğu için şekil olarak kabul eden bireyler, bu şekillerin düşünsel ve duygusal içerikleri doldurulamadığından kolaylıkla şekilden sıyrılmayı amaçlamıştır. Amaçlamayanlar da şekil odaklı bir bağlılık sergilediklerinden dolayı içerik yoksunluğundan ardından gelenlere bu bağlılıklarını aktaramamıştır. Bu bağ kopukluğu karşıdevrimcilerin akınlarını meşrulaştırmış ve devrimin temellerinin açıkta kalmasına neden olmuştur.
Her ne kadar Kemalist Devrimin kurucusu Mustafa Kemal’in toplumsal popülerliği geçerliliğini korusa da bunun altında yatan nedenin devrim yarattığı toplumsal taban olduğu söylenemez. Kemalist Devrim bir toplumsal taban yaratamamıştır. Bunun nedeni de şekilciliğinin altını dolduracak entelektüel bilgi birikimini oluşturamaması ve diğer devrimler aksine bir değerler sistematiği yaratamamasıdır. Yaratıcı nitelikten yoksun devrim böylece vicdanlardaki toplumsal meşruiyetini kaybetmiş ve karşı devrimci akınlara açık kalmıştır. Mustafa Kemal’in erken ölümü, ardından gelen kadroların Devrimi özümseyememesi ve gerekli toplumsal niteliklerin topluma kazandırılmadan gerçekleştirilen erken birçok partili hayat denemesi çağdaş demokratik rejimlerde olmaması gereken askeri müdahaleleri doğurmuştur.
Burada söylemeye çalıştığım askeri müdahalenin meşruiyeti değil askerin kendisini Kemalist Devrimin bekçisi olarak görme sanrısının nedensel temelini ortaya koymaktır. Eğer devrimin bir değerler sistematiği olsaydı ve bu sistematik ile donatılmış devrime şekilcilikten uzak bir bağlılık kazanmış bir toplumsal taban var olacaktı. Ve bu toplumsal taban devrimin sürekliliğini sağlayacak, kendi öncü kadrolarını yaratacak, kadrolar devrimsel devinimden uzak kaldığında onları dürtüleyecek ve devrim ateşini her daim sıcak tutacaktı. Böylesi bir durumda ülke içindeki eli silahlı devlet memurlarının salt memuriyetten kaynaklanan bir rejim muhafızlığına gerek kalmayacaktı. Rejimi muhafaza ettiğini düşünen eli silahlı devlet memurlarının toplumdaki yaratılamamış değerler sistematiğinden doğduğunu ve anlaşılamamış bir devrimin şekilciliğinde ideolojik tutsaklığa mahkum olduğunun da altını çizmeliyim.
Ülkedeki silahlı devlet memurların her memur gibi kendilerine ekmek kapısı olarak gördükleri devleti ve onun niteliklerini belirleyen rejimi korumak istemeleri kadar doğal bir şey olamaz. Ancak burada ne korunmak istenen aslında korunmak istenildiği düşünülen olgudur ne de korumak isteyen kendisini algılatmak istediği gibi bir koruyucudur. Bir kum tepeceğinin içindeki iki küçük kum zerreciği kadar kendi tarihi ve entelektüel kıymetlerinden bilinçsiz bir yaklaşımın acı ve bir o kadar da gülünç öznesidirler. Öyle ki ne ikisi de kendisi sınıfsal değerinden ne de içinde bulunduğu sınıfın tarihi nedenselliğinden dem vurmayacak kadar gündelik olayların akışı içinde rüzgârın önünde bir o yana bir bu yanan savrulmaktadır.
Mustafa Kemal’in yarım bıraktığı ve ne yazık ki ondan sonra gelen hiçbir siyasi aktörün de tamamlayamadığı bir devrimin nesneleri olarak ne Türkiye halkı ne de kendi tarihsel misyonlarından habersiz ülkenin içine düştüğü kör döğüşünün doğuracağı toplu çöküşün nedeni olarak devrimin yaratmadığı değerler yargısını sezemeyecek kadar banal bir toplumun evlatlarının ileri bir demokrasiyi yaratamayacağını görmek için daha kaç nesil geçmesi gerektiğini tarih ve ne yazık ki biraz da talih karar verecek. Tamamlanamayan bir şeylerin var olduğunu görerek başkalarının da bunu tamamlayamayacağını bilerek ömürleri bir hiç uğruna heba olup giden gençlerin yetiştiği bir toplumda vicdansızlıkların, izansızlıkların, ahlaksızlıkların ve kanunsuzlukların bütün sorumluluğunu bir şey yapmaya çalışıp ömrü vefa etmeyen bir lidere biçilmesini doğal karşılamak da acı bir ironi olarak önümüzde durmaktadır. Ne yazık ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder