Sayın Aktan, makalesinin başında
önce sorunun tarihsel geçmişini bu televizyon dizisi bağlamında ele almaya
çalışmış. Ana akım medyada ve Yeşilçam’da yapılan bir çok değerli çalışmaya da
dönemin kendi ruhundan ve o çalışmaların yapımcıları, oyuncuları ve
senaristlerinden düşünce dünyasından bağımsız bir bakış ortaya koymuş. Kürt
sorunun ortaya çıkışı ve Türklerce nasıl algılandığı ve/veya algılanması
gerektiği üzerine yazılan onlarca makaleye kıyasla Aktan’ın yazısı özellikle
içten girişimleri göz ardı etmesi ve toptancı bir yaklaşımla bütün toplumu
topun ağzına koymasıyla oldukça dikkat çekici bir özellik taşımaktadır.
Aktan Cumrhuriyet’in kurulması
arkasından yaşanan uluslaşma çabalarına karşı ve o dönemde yapılan telafisi
mümkün olmayan sayısız hatayı genellemeye ve açıkça bir “niyet okuma” çabasına
girişmekte. Çıkılan bir büyük savaşın ardından yönetim erkinin kendi dünya
görüşü doğrultusunda yeni baştan dizayn edilen devleti şekillendirmeye
çalışırken zamanın da ruhuna uygun olarak bir ulus-devlet ve otokratik
cumhuriyet kurmalarını anlayamayan veya anlamak istemeyen yazar, sorunun sadece
sanki Kürt bölgelerinde yaşanan baskı ve karşı direnç olduğu gibi bir kısıtlama
çabasına girişmektedir.
Ulus-devletin yarattığı nevrozdan
sadece Kürtler müzdarip değildir. Batılılarla girişilen bir yarış sonucunda
oldukça gevşemiş din/töre temelli kozmopolit bir imparatorluğun Anadolu
coğrafyasında arta kalanlarından bir ulus-devlet yaratmaya çalışan BMM hükümeti
ve Mustafa Kemal, bazen insanlık onuruna bazen de bugün sahip olduğumuz
demokratik anlayışa oldukça aykırı bir takım hareketlerde bulunmuş olabilirler.
Ancak bu hareketlerin içinde Kürtlerin bilinçli bir seçilimle asimilasyona tabi
tutulduğu algısı yaratmak istenmesi bilimsel olmadığı kadar ahlaki de değildir.
Mustafa Kemal ve yeni devlet, bir
imparatorluk artığı olan toplumdan modern bir ulus yaratmak gayesiyle sadece
Kürtlere değil, aynı zamanda Çerkezlere, Lazlara, Rumlara, Ermenilere,
Boşnaklara ve farklı mezhebe sahip Türklere de baskıcı politikalar
uygulamıştır. Kürtlerin yaşadığı acı ve gözyaşının vicdanlarda ve zihinlerde
daha derin izler bırakmasının ahlaki sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır.
Ancak yaşanan bu zulmün sorumluluğu salt bunu yapanlarla aynı etnik ya da
dinsel kimliği paylaşıyor diye bütün bir topluma mal edilemez.
Ayrıca Aktan’ın yazısında örnek
verdiği devletin doğu (Kürt) illerine yapılan halk müziği ezgilerini toplama
gezilerinin sonuçlarından muazzam hatalı çıkarımlar yaptığı gözlenmiştir. Bu
geziler sonucunda bir takım Kürt türkü ve ezgilerinin Türkçe’ye kazandırıldığı,
bazı halk ezgilerinin Türkleştirildiği bir gerçektir. Ancak Kürtlerin sadece
Kürtçe konuşup, sadece Kürtçe türkü yaktığı da bir yanılsamadır. Yıllarca
beraber yaşanan Kürt ve Türk halkları arasında dil, din ve kültürel ortaklıklar
olduğu gibi folklorik ortaklıklar da mevcuttur. Kürtler, kendi dilleri yanında
Türkçe’de konuşmuşlar, Türkçe de zılgıt çekip, türkü çağırmışlardır.
Kürt folklorik sanatının en büyük
temsilcileri olan dengbejlere ambargo uygulandığı, bu halk ozanların anayasal
seyahat özgürlüğüne aykırı olarak geziler düzenlemesine izin verilmediği ve
böylece dengbejlik geleneğinin baskılandığı da bir gerçektir. Ancak bütün
bunların altında yatan Mustafa Kemal’in ulus devlet inşa çabaları doğrultusunda
toplumu Türkleştirme gayretleridir. Bu gayretlerin dönemin ruhundan koparıp
bugün hepimizin ortak sahip olduğu insani ve demokratik ön yargılarımızla
okunması tarihi gerçekliğin çarpıtılmasına neden olacaktır. Yazar, özellikle
şark bülbülü tanımlamasıyla Türkçe konuşan doğulu (Kürt) tipi ile halkın
karikatürleştirildiğini öne sürmektedir. Ancak ne yazık ki bu tarz bir yaklaşım
sadece Kürtlere de özgür değildir.
Yaratılmak istenen şehirli,
medeni ve tek tip Türk ulusu resmi içerisinde Menteşe Yörüğü de Çukurova
Köylüsü de Trabzon Çiftçisi de Doğulu (Kürt) de sadece birer "mazide kalmış
eğlence figürü"nden öte bir şey değildir. Bu algı Nasreddin Hoca’ya da Hacivat
Karagöz’e de uzatılabilir. Ancak Osmanlı’nın meşrutiyetle gelen ilk modernleşme
çabalarından itibaren merkezileşen kültür politikaları yerel tatları
aşağılamaya başlamış ve hiçbir zaman farklılıkları kucaklayıcı olmamıştır. Ancak unutulmasın bu dışlayıcı politika sadece Kürt köylüsüne karşı değil Türk köylüsüne de uygulanmıştır.
Anadolu coğrafyasından asırlardır
birlikte yaşayan Türk ve Kürt hakları, siyasi otoritenin tutumlarındaki
farklılaşmaya rağmen, eğlence algılarında da ortaklaşmaya gitmiştir. Bu
topraklarda taşlama çok eski bir gelenektir. Kürtlerde de vardır. Türklerde de
vardır. Folklorik anlamda ötekinin komikleştirilerek eleştirilmesi toplumumuzun
–bütün dünya gibi- ortak bir sorunudur. Ama bir gerçektir ve toplumsal tabanı
da mevcuttur. Ötekileştirme sadece tavan tabana uzanan simetrik bir oldu değil sorunlu kökleri toplumsal kodlarda aranması gereken eski bir problemdir.
Sayın Aktan’ın yazısında sıklıkla
belirttiği devletin Türkleştirme politikaları algısında da bir aksaklık
olduğunu belirtmeliyim. Yazarın gözden kaçırdığı nokta; devletin yerleştirmeye
çalıştığı noktadaki Türk tanımının içeriğidir. Devletin tanımına göre; Türk’ün
Sünniliği, Kentliliği ve Ehlililiği ile öne çıkmaktadır. Bu tanıma göre Sünni
olmayan Hristiyan ve Alevi Türkler de aykırı, öteki kabul edilmiş, inançları
ve kültürleri baskılanmıştır. Yine bu tanımın dışında kalan köylü ve
konar-göçer Türkler de zorbalıkla kentlileşmeye çalıştırılmış ve kültürel
asimilasyona tabi tutulmuştur. Yine siyasi, kültürel, etnik veya dini herhangi
bir nedenle devlet politikasına muhaliflerin tümü baskılanmış ve "Ehil Türk" olmaya zorlanmıştır.
Yazar’ın ilgili yazısında Yeşilçam’dan
örnekler verdiği ve toplumun her kesiminden insanın beğenisi kazanmış sinema
filmlerine göndermeler yaptığı gözlenmiştir. Yazar, bahsettiği filmlerin neden
yapıldığını ve/veya en azından o filmlerle ne yapılmak istendiği tam olarak
araştırmamış, makalesine uygun örnekler bulmak amacıyla popüler filmlere
saldırmıştır. Doksanlı yıllarda çıkan özel tv’lerle birçok sahnesi
sansürlenerek ve sadece güldürücü öğeleri öne çıkarılarak yayınlanan Şalvar
Davası, Düğün, Salako, Kibar Feyzo gibi filmlerin gösterildiği yıllarda ne
büyük yankılara sebep olduğu, gerçekçi toplumsal sinemamızın önünü nasıl açtığı
anlaşılamamıştır.
Adı geçen filmlerde anlatılan
öykülerin Doğu’da geçiyor olmasının, karakterlerin Doğulu olmasının, lehçeleri
bozulmuş kırık bir Türkçeyle konuşan kimselerin Kürt’e benzemelerinin sebebi
Kürtlere ve Kürt halkının toplumsal ve kültürel sorunlarına duyarsız
kalındığının bir göstergesi sayılması hem o filmlerin altında imzası olanlara
hem de o filmlerde oynayan emekçilere büyük bir saygısızlıktır. O filmlerin
Türkçe çevrilmesini, devletin Kürtleri Türkleştirme amacının gizli bir
göstergesi olarak yorumlamak hastalıklı bir düşünce yapısını tezahürüdür.
Kürtlerin, Türklerin de ortaklaşa konuştuğu dil Türkçe’dir. Bir Türk olarak en
büyük utancını aynı toprağı paylaştığı komşuları, kardeşleri ve akrabalarının
dilini bilmemek olarak düşünen birisi olarak açıkça söyleyebilirim ki bu ortak
dilin Türkçe olması benim suçum değildir, Türklerin de suçu değildir. Sahip
olduğumuz ortak tarih bizi böyle bir sonuca getirmiştir.
Bu sonuca dayanarak Kürtlerin
toplumsal sorunlarını bütün topluma ulaştırmak, ve bunu yaparken de komedinin
yürekleri yumuşatan dilini kullanmak istediğimde Türkçeyi kullanmaktan başka
seçeneğim de yoktur. Yeşilçam’ın 60’lar ve 70’ler boyunca toplumsallaşması,
solun sinemanın gerçekçi bakış açısına katkı sağlaması ile Kürtlerin sorunları
ilk kez dile getirilebilir olmuştur. Toplumun kitlesel olarak politize olduğu
bir ortam da sinemamız da politikleşmiş, yıllarca göz ardı edilen toplumsal ve
kültürel meseleler ilk kez dillendirilmeye başlamıştır.
Aynı toprağı paylaşmaktan başka,
aynı dini, aynı dili(!) aynı kültürel birikim paylaşan Türkler ve Kürtler
politize olmuş kültür hayatımızın içinde ortak bir sinema dili yaratmış ve
doğuda (Kürt illerinde) yaşanan sorunları konuşmaya, aktarmaya ve çözüm aramaya
başlamıştır. Şalvar Davası’nda, Kibar Feyzo’da, Salako’da anlatılan hangi sorun
bugün çözülebilmiştir. Kürtlerin ağalardan, çetelerden, sağlıksız çevre
koşullarından, okulsuzluktan, elektriksizlikten, hastanesizlikten, ebesizlikten
çektiklerini dile getirmenin, bunu halka ulaşabilecek en yalın dil olan
komediyi kullanarak yapmanın ne kötülüğü olmuştur.
Sinemada, sahnede ve kültürel
hayatımızda Kürtlerin sadece şivesi bozuk kırık bir Türkçe ile yerel kıyafetler
içinde resmedilen bir figüratif nesneden çok daha fazlası olduğu bilinen bir
gerçektir. Kimsenin, özellikle yazıda bahsi geçen filmlerde yer alan Yeşilçam
emekçilerinin hiç birisinin Kürtleri sadece böyle algıladığını düşünmüyorum.
Kürt dili ve kültürünün büyüklüğü ortadadır. Binlerce yıldır Anadolu’da ve
Mezopotamya’da yaşam mücadelesi veren Kürtlerin büyük düşleri, büyük türküleri
ve büyük bir kültürleri vardır. Bu düşler, türküler ve kültürler bütün baskı ve
yıldırmalara karşı yaşamayı ve gelecek kuşaklara aktarılmayı başarmıştır. Bu
büyük kültür gibi hiçbir kültür yoktur ki etkileşimden ve eleştirilmekten muaf
olsun. Her kültürün özneleri ve nesneleri o kültürü yaratanlar ve başka
kültürler tarafından eleştirilirler ve başka insanlarla ve onların
kültürleriyle etkileşirler.
Eleştirinin ve etkileşimin
olmadığı yerde kültürlerin durağanlaşacağı ve zamanla kaybolacağı
unutulmamalıdır. Zaman ve mekandan bağımsız olarak ne tarihin ne kültürün ne de
sosyal bilimlere konu olan her hangi bir olgunun anlaşılması mümkün değildir.
Bu bağlamıyla zaman ve mekan değiştikçe o kültürlerde değişecek ve
gelişecektir. Kürt halkının yazarın atıfta bulunduğu filmlerde güldürü yoluyla
eleştirilen toplumsal yapıları bu çağın gerçeklerine aykırıdır. Nüfus kontrolü,
kadın ve çocuk hakları, halk sağlığı önlemleri, doğum kontrolü, ağalık,
derebeylik ve insanın insana tahakkümünün her hangi bir kültürün değeri diye
sahip çıkılması saçmadır. Ne vicdani, ne ahlaki ne de bilimseldir.
Ulus devlet inşası sırasında
yapılan büyük ayıplar ve insani suçlar bir yana geri kalmışlığın kültürel
kimliğin bir parçası olarak savunulması hatasına düşen Sayın Hamza Aktan’ın bu
noktadan sonra yaptığı bütün çıkarımlar tutarlılık zeminini yitirmektedir.
Yazar, böylesine derin analizler içeren geniş bir girişten sonra yazıya konu
başlığı yapılan Mahsun Kırmızgül’e ait televizyon dizisi “Hayat Devam Ediyor”u
eleştirmeye başlıyor. Dizinin arkasındaki ismin bir Kürt olması dahi yazara
göre eserin Kürt düşmanı olmasını engellemiyor.
Mahsun Kırmızıgül’ün daha önceki
kariyerine bakıldığında bütün diğer Kürt aydınları gibi kendisinin de Kürtlerin
bir toplum kesimi olarak topluca maruz kaldığı bütün kültürel, siyasal,
ekonomik ve toplumsal engelleri aşarak “bir yerlere geldiği” açıktır. Ancak
Kırmızıgül’ün sinema alanında daha önce koyduğu eserleri de çeşitli
eleştirilere muhatap olmuş, kimisi eserleri yermiş, kimisi ise yükseltmiştir.
Sayın Kırmızıgül’ün sinema alanında hem toplumsal gerçeklikten beslenen hem de
büyük kitlere hitap etme kaygısı güden popüler eserler vermeye çalıştığı
anlaşılmaktadır.
Mahsun Kırmızıgül’ün Hamza
Aktan’ın ilgili yazısına konu olan dizisinde TV izleyicilerinin aşina olduğu
cinsel göndermeler, feodal toplum bağları, büyük aile ilişkileri, kadınların
erkeklere biat ettiği yaşam stilleri tekrarlanmış, otantik görüntüler ve ilgi
çekici kareler ile kitlelerin ekrana bağlanması sağlanmıştır. Dizi ile ilgili
yapılabilecek eleştirilerin hepsi makuldür. Zira dizinin giderek
muhafazakarlaşan toplumumuza katkısı ancak bu doğrultuda olmaktadır. Geri
kalmış, feodal ve ahlakçı bakış açıların sorgulanmasına ve toplumsal
etkileşimin artmasına katkı sağlamayan bu diziyi izlemenin bireylere de olumlu
bir katkısı olmamaktadır.
Ancak dizide gösterilen aile
bağlarına, feodal toplumsal yapısına ve çarpık ahlak anlayışına “Kürtlerin
kültürel değerleri karikatürize ediliyor” diye karşı çıkmanın elle tutulur bir
yanı yoktur. Kürt kültürü en az Türk kültürü kadar eleştirilebilirdir ve/veya
öyle olmalıdır. Geri kalmışlığın, eğitimsizliğin ve yobazlığın hiçbir şekilde
savunusu olamaz. Kültürümüzün bir parçası diyerek toplumların geri kalmışlığı,
eğitimsizliği ve yobazlığı dokunulmaz korunmalara bırakılmamalıdır. En azından
okuyan, yazan ve kendisine bireysel gelişime ve kültürel aydınlanmaya adayan
kimsenin böyle bir muhafazakarlığa prim vermemesi gerekmektedir.
Öte yandan dizinin mekansal kopukluğu çok
yerinde bir eleştiridir. Ancak bu eleştirin gösterdiği acı bir gerçek vardır ki
Kürtler hakkında yapılacak en ufak bir kültürel çalışmanın dahi sözde Kürt ve
Kürtçü aydınlar tarafından “asimilasyon” suçlamasından kurtulması çok güç
görünmektedir. Türkler kadar Kürtler de kendi kültürlerini, köhneleşmiş
değerlerini eleştirebilmelidirler. Kendi kültürümüze ait trajikomik yanları,
dramatik olayları ele almadan kendi kültürümüzün olumlu ve olumsuz yönleri
ortaya koymadan, zihinlerdeki tabuları yıkmadan ne kendimizi ne de değiştirmek
istediklerimizi değiştiremeyeceğimizi, geliştiremeyeceğimizi ve
ilerletemeyeceğimizi anlamamız gerekmektedir.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Dr. Selahattin ÖZKAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder