İnsanlığın varoluşsal bütünlüğü
üzerinde kimlik tahayyülü geçmişimizin ortak sorunlarından bir tanesidir.
İnsan, bireysel fizikselliğinin ortaya çıkardığı düşünsel yeteneği geliştiği
ölçüde önce “kendi” tanımını, kimi zaman “öteki” kavramından önce, kimi zaman
sonra yaratmayı denemiştir. Sosyal, toplumsal yada teolojik ilk
kavramları “kendi” tanımını açıklamak, olumlamak yada gerçekleştirmek amacıyla
kullanmıştır. İnsanın kendisinin ne olduğu, ne olması gerektiği yada ne olacağı
hakkında bir bütün olarak düşün süreçlerine yöneldiği en erken zaman sanırım
böyle bir süreci ortaya koyacak ilk aklın meydana gelmiş olmasına kadar
götürebiliriz. Yani varlık sorunun başlangıcı bu soruyu sorabilecek bir
varlığın ortaya çıkmasıdır.
Varlığın tanımı sırasında başvurulan
en çabuk yolun öteki üzerinden olması kaçınılmazdır. Toplum içinde yaşayan en
küçük klan mensupları dahi kendi inşaları sırasında yaratımsal bir takım
çıkarsamalar yapmışlar ve diğer bireyler üzerinden kendi varlıklarını
temellendirmeye çalışmışlardır. Dünyanın fiziksel, kimyasal ve de coğrafi
olarak durağan (stabil) bir sistem olmaması ve önerme yada çıkarma yapmaya
imkan verecek normal şartların asla var olmaması yada var olamayacak olması
varlık düşüncesinin temelini sarsmaktadır.
İnsanlık kendi varlık sorunu çözemeden
değişen fiziksel, kimyasal yada coğrafi şartların insan ile etkileşiminin
yarattığı düşünsel boşluk varlık sorunun diğer bir çok soruna nazaran daha az
toplumsallaşmasına neden olmuştur. Daha çok önünde hendeği atlama yada kendisine
saldıran bir vahşi hayvanı atlatma gibi temel dürtülerle evrimleşen insan daha
büyük, derin yada sorun problemlerin çözümünü ileri ki nesillere miras
bırakmıştır. Yaşamın idamesi gibi çok somut ve temel bir problem önlerinde
dururken atalarımızın varlığın temeli, nedeni yada gayesi gibi soyut ve uzak
problemlerle ilgilenmemesi yada ilgilenenlerin çok sınırlı sayıda olması normal
karşılanmalıdır.
Diğerlerine kıyasla oldukça derin
ve soyut bir problem olan varlığın anlamlandırılması probleminde en kolay ve
somut çözüm olan öteki üzerinde bir kimlik tanımlamanın tercih edilmesi kolay
olmanın yanında zorlayıcıdır da. İnsanın en küçük klandan en büyük metropollere
kadar kaçınılmaz bir sosyalliğin parçası olması bireyin kendisinden çok diğer
bireylere bakmasına yol açmaktadır. Hem fiziki hem de felsefi açıdan. Bu böyle
olduğu kadar sadece diğer bireyler değil en az onlar kadar diğer canlılar
üzerinden de bir kodlama yapmıştır.
Etrafındaki canlılara baktıkça şu
hayvandan, beriki bitkiden, öbür böcekten farklı olduğu kavraması ve
“insan”lığın farkına varması hem kavramsal hem de fiziksel açıdan cezvecidir.
İnsan biraz da hayvanların, bitkilerin ya da ne bileyim işte diğer böceklerin
ötekisidir. Ve öteki oldukça, olabildiğince kendisidir. Kendisini tanımlamasında
kullandığı bu basit dünyalı canlıları incelemesi, gözlemlemesi ve keşfetmesi
bilimin doğuş sırasında da kendisini göstermektedir. Bilim önce somut sonra da
soyut olana yönelmiştir. Düşün gücü zihinde belirmiş olsa da sadece zihinle
sınırlı kalmamış göz ya da diğer duyu organlarıyla beslendikçe çalışmaya
itilmiştir.
Zihnin kıvrımlı yapısı düşünsel
eylemin soyuta kaymasını uzunca bir süre gecikmiştir. Öncelik duyu organlarının
ilettiği girdilere, yani gözlemlerin, deneylerin yada günlük hayatta karşılaşılan
küçük somut problemlerin çözümlerine öncelik verilmiş; varlık, yoklu yada
hiçlik gibi soyut kavramların düşünsel sürecine ise sonradan eğilmiştir.
Soyutun somuta dönüştüğü durumlar ise soyut kavramların düşünsel süreçlerdeki
önceliğini değiştirmiş ve bir anda bireyin gündemini etkilemiştir. Fiziksel
dünyamızda sıklıkla karşılaşılan bir olay olmasa da soyutun somuta dönüşmesi
çoğunlukla bilinmezlikle nitelenmiştir. Bilimin nesnel çalışma yollarının
ortaya çıkmasından çok önce şekillenen bu süreç kimiz zaman inanç düzleminde
ele alınmışsa da bilimin süzgecinden kurtulamamıştır.
Bilim, her şeye ve her
bilinmeyene olan bitmez tükenmez merakını her zaman bilinmeyene yöneltmiştir.
Bilimin meraklı gözlemlerine maruz kalan her olgu gibi bilinmeyenlerin sayısı azalmaya,
azaldıkça da insanın kendi tanımı kodlaması farklılaşmaya başlamıştır. İnsan
kendi tanımında kullandığı sadece klanındaki, çevresindeki, toplumundaki
bireylerle yada diğer canlılarla sınırlı kalmamıştır. Dünyanın başka başka
yerlerindeki diğer insan topluluklarını, hiç görmediği belki de hiç
göremeyeceği canlı türlerine kıyasla insanlığını tartmış, birey olmanın
naifliği bir kendi tanımı yapmaya başlamıştır. Bilimin merceği altındaki
olgular sadece bu dünyadaki cismani varlıklarla sınırlı kalmamıştır.
Soyutun somuta döndüğü durumların
oluştuğu bilinmeyenlerden insanın soyut düşünsel süreçlerini en ilgilendireni
varlıktır. Bunu söylemeye çalışıyorum. Ancak bir başla sorun vardır ki en az
varlığın tanımı kadar zor, ondan ayrık ama bir o kadar da yakın bir sorundur.
Kendi dışımızda bir varlık var mıdır? Çağımızın en gelişmiş toplumlarının en
ileri bilim insanları kadar kırsal bir köydeki yabanıl bir çobana kadar
neredeyse bütün insanlık ailesine mal olmuş ve somut verilerle desteklenen bu
soru kimi zaman inanç sorunsalına tosluyor olsa da sorun açık ve ne yazık ki
yanıtsız durmaktadır.
İnsanın gökyüzüne gözlerini
çevirdiği ilk andan bu yana karanlığın içinde parlayan noktalar olarak
gözlemlediği yıldızlarda kendi dışında bir varlık ihtimali kafasını çok
kurcalamıştır. Bu soruna cevap vermek hem kendi varlık sorunu açısından çok can
alıcıdır hem de bir bilinmeyenin daha keşfi demek olacağı için ilgi konusu
olmaktadır. İnsanlığın antik çağlardan kalan mirasları olan Mısır’daki yada
Güney Amerika’daki devasa mimarı yapıların gizemi bu yapıların ya tanrıların
yada dünya dışı varlıkların kanıtı olduğu düşünülmüştü. Ancak bu düşünce tam
olarak kanıtlanamadığından hala şüphe ile karşılanmakta ve çok da inandırıcı
bulunmamaktadır.
Öte yandan tarihte ilk kez insanlık
havalanmayı başarıp uçağı icat ettiğinde fenomenal bir gerçekle yüz yüze
gelmiştir. Gökyüzünde kendi icat ettiği uçakların dışında tanımlayamadığı
cisimler de uçmaktadır. İlk olarak on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci
yüzyılın başında gözlenmeye başlanan bu cisimlere “gizemli uçaklar”
deniliyordu. Ancak çok geçmeden bu cisimlerin uçak değil başka bir şey olduğu
anlaşılmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında yaygın olarak kullanılan
savaş uçaklarının pilotları yaşadıkları sıra dışı deneyimleri paylaşmaya
başlayınca olay popülerleşmeye başlamıştır.
İlk kez 1952 yılında ABD’de
toplanan bir bilim grubu çıkan söylentileri ciddiyetle araştırıp bir sonuca
varmak ve konuyu enine boyuna tartışmak için bir araya gelir. 1970’e kadar devam
eden “Project Bluebook” çalışmalarının iki ana amacı vardır ilki tanımlanamayan
uçan cisimlerin (UFO) ulusal güvenliğe bir tehdit olup olmadığı ikincisi ise bu
cisimlerle ilgili toplanan bilgi yığını bilimsel verirle ışığında incelemek.
1951 yılının sonuna doğru gerek NASA’nın resmi görevlilerince olsun gerekse de
özel kişilerce elde edilmiş olsun binlerce adli kayıt oluşmuştu. Bu kayıtları
incelemek isteyen ABD Hava Kuvvetleri Edward J. Ruppelt, Charles P. Cabell ve
Willaim Garland’dan oluşan askeri bir komite kurar. Komite 1952’nin başlarında
proje için çalışmaya başlar.
Projeye ismi üniversitelerde
kullanılan mavi sınav kitapçıklarından ilham ile bluebook olarak belirlenir.
Görev bir kolej öğrencisinin mezun olması için geçmesi gereken sınavlar kadar
önemli olduğu için bu isim tercih edilir. Onlarca ihbar, yüzlerce görgü
tanıklığı ve binlerce fotoğraf incelemeye tabi tutulur, amaç UFO’ları bilimsel
olarak tasniflemektir. UFO’lar hakkında bilimsel bir veri elde etmek isteyen
komisyon çalışanları öncelikle UFO’ları büyüklüklerine göre tasnif eder.
Çalışmaları birçok kez halka ve basına yapılan açıklamalarla da gündeme gelen
komisyon kimi kez eleştirilerin de muhatabı olur. İnsanlık varlık mücadelesinin
bir sonucu olacak olan öteki tanımlamasında UFO’ları kullanacağının henüz
farkında değildir.
60’lara gelindiğinde ise kamu
kaynaklarından UFO araştırmaları için harcanan paralar eleştiri konusu olmaya
başlar. Yükselen demokratik eylemsellik, Amerikan Materyalizminin en renkli
günleri, Ay seyahati, başkan Kennedy suikastı, sosyal patlamalar, kadın
hareketinin yükselişi ve özgür cinselliğin gençler arasında artan popülerliği
altmışlı yılları Amerikan tarihinde bambaşka bir yere koyar. Altmışların bu
renkliliği Amerikan gençliğinin en politize olduğu yıllar olarak tanımlanmasına
neden olmuştur. Bu renklilik yükselen tüketim harcamaları, renkli sinema ve
reklamcılığın patlaması ve uzay araştırmaları dönemin ruhunu yansıtıyorken UFO
giderek marjinalleşmeye başlar. Yetmişlere doğru ise UFO küçümsenmeye ve bilim dışılıkla
itham edilir. Ruppelt’in bu proje kapsamında yaptığı UFO sınıflandırması dahi
UFO araştırmalarının bilim çevrelerinde yeterince destek kazanmasını
sağlayamaz.
Özellikle ABD Hava kuvvetleri
tarafından Colarado Üniversitesinden Edward Condon’un başı çektiği bir grup
bilim adamını UFO fenomenini bilimsel bir düzleme oturtmak için bir araya
getirildiği komitenin UFO ve Bluebook projesine getirdiği eleştirilen ABD
Kongresinde çokça yankılanır. Özellikle komitenin Bluebook’taki UFO
tanıklıklarının tekrar ele alıp bu konunun bilim dışı olduğunu iddia ettiği
sonuç raporu UFO’ları bilim dışına iten ilk resmi belge olarak tarihe
geçmiştir. İnsanlık böylece kendi tanımında başvurduğu öteki olarak UFO’yu
kullanırken bugüne kadar elde edebildiği yegane akıl yolunu kullanamaz
oluyordu.
Condon komitesi Bluebook
projesine de eleştiri getiriyor ve yapılan çalışmalarının herhangi bir sonuca
ulaşmadığını ilan ediyordu. Komitenin sonuç raporunun medyada ve kamuoyunda
yarattığı sarsıntının ardından ABD Hava Kuvvetleri Genel Sekreteri Robert C.
Seamans Jr. araştırmaların çok yakında bitirileceğini ilan etmek zorunda
kalıyordu. Böylelikle insanlığın benlik tanımlamasındaki en önemli adımlardan
bir tanesi olan “öteki” olarak UFO’ların araştırılması – en azından resmi makamlarca
– rafa kaldırılıyordu. Resmi bitirilme nedeni olarak “araştırmaların ulusal
güvenliğim konusuna girmemesi ve bilimsel verilerin elde edilememesi” öne
sürülmüştü.
Project Bluebook isimli
komisyonun son çalışması 30 Ocak 1970’de yapılmış ve proje kapsamında elde
edilen bütün dokümanlar ABD Hava Kuvvetlerine teslim edilmiştir. 2003 yılında kamuoyuna
açıklanan gizli raporlara göre yapılan bütün araştırmalar sonucunda UFO’lar ile
ilgili kesin bilgiler elde edilmediği ancak UFO gören kişiler ile ilgili sonuçlara
ulaşıldığı anlaşılmıştır. Buna göre UFO deneyimi yaşayan kişiler, histerik,
psiko-patolojik sorunlarını olan ve UFO’ların insanlarda neden olduğu ilgiye
muhtaç kişilerdi. Aynı raporda UFO’lar ile ilgili tanımı “uçan bazı hava araçlarının çeşitli yanlış algılanlamaları” olarak
yapılmıştır. Sonuçların resmi makamlarca oldukça manipüle edildiğini bu noktada
ileri sürülmektedir.
Yine bir başka çarpıcı gerçekte
projenin sonuç raporunun aksine diğer raporlarındaki verilerde yer alan bazı
ifadeler UFO konusunu daha gizemli kılmaktadır. Bir küçük örnek vermek
gerekirse Sonuç Raporundaki iddiaya rağmen UFO şahitlerinin sadece yüzde 10’u
ile 22’sinde psikolojik rahatsızlıklardan kuşkulandığı diğer sağlam
şahitliklerde ise UFO’ların anlamlı bilimsel verilerle desteklenemediği ancak
yine “çözümsüz” olarak onaylandığı gözlenmiştir. Project Bluebook sonuç olarak
başlangıçtaki hedeflerine ulaşmış bilimsel verilerle UFO olayı tanımlamaya
çalışmıştır. Her ne kadar insanlık kamuoyunun şüpheleri henüz giderilememiş olsa
da raporlardaki gizlilik de kaldırılmış ve eleştirel bakış açılarına
açılmıştır.
Özellikle 1954 yılında yazıldığı
anlaşılan 14 numaralı Project Bluebook raporunun Sonuç Raporuyla çelişen
veriler içermesi eleştirilerin bu noktaya odaklanmasına yol açsa da Bluebook
UFO konusunda son noktayı “Gezegendışı ulaşım araçları olarak tanımlanabilecek yada
gözlemlenebilecek herhangi bir objeye rastlanmamıştır” diyerek koymuştur. Bu
vurucu sonucun dünya dışı bir hayat tahayyülünün sonu olduğu söylenemez
elbette, ancak eldeki veriler ışığında gezegenimize başka gezegenlerden gelen
ulaşım araçlarının varlığı ileri sürülemez denilmektedir. İnsanlık hala yaşamın
kendi türüne bahşedilmiş bir ayrıcalık mı yoksa evrensel bir bakış açısıyla bir
rastlantısal olay mı olduğunu merak etmektedir.
Yaşamın özgünlüğü üzerine
tartışmalar antik kültürlerden günümüz modern insanına kadar devam ede gelen
bir olgudur ve hemencecik de bir sonuca bağlanacağa benzememektedir. Bu konuda
yapılan en ciddi araştırma olan Project Bluebook verilerin hala araştırılmaya
ve sorgulanmaya muhtaçtır. ABD hükümeti bu komisyon kapsamında yürütülen bütün
proje verilerini internet üzerinden tartışmaya açarak insanlık ailesine büyük
bir katkı sağlamıştır. Gezegenimiz üzerinde süren yaşamın özgünlüğü, insan olarak
türümüzün yaşamsal nedenselliği üzerine düşünmek ve yeni teoriler ortaya koymak
için bir “öteki” inşası kaçınılmaz görülmektedir. Bu “öteki”nin başka bir
gezegende başlayıp evrimleşen “başka bir yaşam türü” olup olmayacağını ise
zaman gösterecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder