Türkiye ve benzeri üçüncü dünya
ülkelerindeki aydın kimliği ve üstlenmek zorunda oldukları sorumluluklar çok
tartışmalıdır. Batılı örnekleriyle kıyas kabul edilemez büyük sorumluluklar ve
sonucunda katlanmak zorunda oldukları yükümlülükler düşünüldüğünde “Aydın” olabilme cesaretine sahip insan
sayısının neden bu kadar düşük olduğu da anlaşılabilecektir. Aydın ister sanat
ile uğraşsın isterse salt bir düşün insanı olsun, toplumcu yaklaşmak ve ilerici
olmak gibi niteliklere haiz olmalıdır. Zaman zaman bu mutlak özelliklere sahip
olamayan düşünürlerin de kendirlerini “aydın”
olarak tanımlamaları ve bunun da belirli ölçüde karşılık bulabilmesi “gerçek aydın kim?” sorusunu ister
istemez gündeme getirmektedir. İşte, 15
Mayıs 1984 günü bu sorunun yanıtı aranmak istenmiştir.
Gerçek aydının diğer sözde
aydınlardan ayırt edilmesi için tarihin çok ender anlarına tanıklık etmek
gerekir. Gerçek aydın ancak toplumun ve tarihin en zor zamanlarında ortaya
çıkabilecek büyüklükte olandır. Kişilerin birey olarak sorumlulukları bir yana
aydının temel olarak düşüncesiyle topluma yol göstermekte üstlendiği rol ancak
böyle zamanlarda anlam ifade edebilmektir. Ne yazık ki kültürel, düşünsel ve
ekonomik olarak gelişememiş toplumlar olan üçüncü dünya ülkelerinde böyle anlar
sıklıkla tekrar etmekte ve gerçek aydının rüştünü ispat etmek için birçok
fırsat yaratmaktadır. Tarihin not ettiği her adımıyla aydın gerçekliği böylece
ortaya koyabilmektedir.
Toplumumuzun son otuz yıldır
etkilerinden sıyrılmaya çalıştığı 1980 Askeri Darbesi de işte tam da böyle bir
rüşt ispat etme fırsatı olarak ortaya çıkmıştır. Askeri darbenin tarihsel
nedenselliği, sorumlularının günümüze değin yargılanamaması ve ülkeyi darbeye
sürükleyen olayların hesabının hala görülememesi bir yana asker postalının
kafalarımızı toprağa gömdüğü o acılı günlerde bir grup aydın tarihe notlarını
düşmüşlerdir. Birçoklarının ülkeyi terk ettiği aşırı politize olmuş toplumun
üzerinden askerin silindir gibi geçtiği o günlerde dik durabilmeyi başarmış bu
bir grup yürekli insan onur ile anılmayı fazlasıyla hak ediyorlar
.
Askeri darbenin yapılığı 12 Eylül
1980 günü yaşanan şaşkınlık ve panik havası gün geçtikçe iktidara kendisini
iyice yerleştiren askerin varlığı karşısında büyük bir ezilmişliğe ve
suskunluğa dönüşmüştü. Asker ile birlikte yükselen ekonomik libarelizasyon
Turgut Özal ellerinde şekillenmiş, askerlerce beslenmiş ve sözde sivilleşme ile
birlikte devletin içine perçinleşmişti. Devlet Planlama Teşkilatı’nın başındaki
darbe öncesi dönemin son ismi olan Özal önce tarihi 10 Ocak kararlarının
çıkmasını sağlamıştır. Ardından gelen darbenin baş aktörü Kenan Evren’in ise
ekonomi danışmanlığını yapan Özal, geçiş hükümetinin ekonomi bakanlığına
yükselmiştir.
Evren’in açıktan desteklediği ve
emekli askerlerden kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin yanında seçime giren ANAP ise geçiş
döneminin bütün eko-politik düşüncesine imza atan bir bütünleşik kadronun
imzasını taşıyordu. Bu noktada Özal’a askerin sempatik bakmadığını, hatta
Özal’ın Askerin adamı olmadığını kimse iddia edemez. Özal’ın sözde sivilleşme
ve ekonomik liberalizasyon laflarının arkasında gizlediği dayatmacı, baskıcı ve
kendisinden başka kimseye söz hakkı tanımayan kelimenin tam anlamıyla askeri
bir düzenin yattığı açıktır. O kadar açıktır ki düşün insanlarının baktığı
noktada Özal ile Evren arasından milim fark yoktur.
Evren’in geçiş hükümetini
sonlandırması, yeni anayasa ile birlikte kendisini de Cumhurbaşkanı olarak
ataması ve MGK’nin tümünü ömür boyu dokunulmazlık zırhına alması ve
darbecilerin memnu haklarını ömür boyu anayasal güvenceye almasıyla asker perde
arkasına geçmiş ama yönetim perde önündeki sivillerin ihtiras yarışına rağmen
rejim kesinlikle sivilleşmemiştir. Sivilleşme rüyası ile gözleri büyülenen
çoğunluğun aksine resmi görebilen azınlık yine gerçek aydınlar olabilmiştir.
Rejimin bütün sivilleşme
iddialarına rağmen yıllardır devam eden askeri iktidar 15 Mayıs 1984 günü bir
grup aydın tarafından köseye sıkıştırılmaya çalışılmıştır. O gün
Cumhurbaşkanlığı Köşküne giden temsili heyetten bir kısmının ismi şöyleydi:
Aziz Nesin, Prof. Dr. Bahri Savcı, Prof. Dr. Fehmi Yavuz, Prof. Dr. Hüsnü
Göksel, Bilgesu Erenus, Esin Afşar. Sinema sanatçılarından gazetecilere,
doktorlardan yazarlara kadar birçok meslek dalından aydını birleştiren “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin
Gözlem ve İstekler” başlıklı dilekçe cumhurbaşkanlığına ve TBMM
Başkanlığına ibraz edilmiştir. Tarihe Aydınlar Dilekçesi olarak geçen metin
sayıları iki bini bulan aydının çeşitli görüşmelerde bir araya gelerek
oluşturdukları kolektif bir çalışmadır.
Aydınlarımızın bu tarihi
dilekçesi verilir verilmez hakkında Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yayın
yasağı kararı alındı. Üç gün sonra askerlerin bir numaralı “sivil”i olan
Başbakan Özal’a Reuters Muhabiri Hugh Carnegy tarafından sorula bir soruyla
Dilekçe yayın yasağına rağmen basına yansımış oldu. Özal verilen dilekçeden
bazı pasajları ilk kez kamuoyu ile paylaşıyordu. Anca Sıkıyönetim Komutanlığı
Özal’ın bu küçük kabahatini duyar duymaz Başbakan’ın basın toplantısının
Dilekçe ile ilgili kısımlarına da yayın yasağı getirdi. Ancak sözde sivilleşen
rejimimizde başbakanın sözlerinin sansürlenmiş olmasının ülke içi ve dışında
yarattığı psikolojik baskı ile aynı gün ileri saatlerde Başbakanın yayın yasağı
konulmuş olan sözlerindeki yasak kaldırıldı.
18 Mayıs 1984’te yayın yasağı
getirilen Aydınlar Dilekçesi hakkında bu kez 20 Mayıs 1984 günü Ankara
Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından soruşturma açıldığı açıklandı. Sözde
sivilleşen rejimimiz bir grup sivil tarafından yasal olarak verilen bir
dilekçeye karşı bütün haşmetiyle yürümeye devam ediyordu. Dilekçeye imza
attıkları gerekçesi ile Ankara, İstanbul, İzmir ve Eskişehir’de ardı ardına
tutuklamalar yapılıyordu. Aydınlarımız cesaretlerinin bedelini ödemeye
hazırlanıyordu. Yayın yasağı nedeniyle basın sadece tutuklamaları duyurmakla
yetiniyor, tutuklamalara neden olan dilekçeden tek satır dahi bahsedemiyordu.
Halkın gözü önünde bir grup ünlü kişi sebepsiz yere götürülüyordu. Dilekçe ile
ilgili basına yansımayan dilekçe sahiplerine ait tek açıklaması Prof. Hüsnü
Göksel tarafından yapılmıştı: “Türk aydınlarının
gözlemlerini, Anayasa’nın 74. Maddesinin bize verdiği yetkiye dayanarak en
yüksek makama sunmaya geldik” Bu basit ifade ancak bir hafta sonra Nokta
dergisinde yayımlanabilmiştir.
Aziz Nesin’in öncülüğünde
hazırlanan metne son şeklini Prof. Dr. Hüsnü Göksel, Prof. Dr. Bahri Savcı,
Doç. Dr. Haluk Gerger, Prof. Dr. Yakup Kepenek, Prof. Dr. İlhan Tekeli, Doç.
Dr. Yalçın Küçük, Erbil Tuşalp, Uğur Mumcu, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Doç.
Dr. Murat Belge ve Doç. Dr. Mete Tuncay uzun tartışmalar sonucunda vermişti.
Metin hazırlanırken bir yandan yürürlükteki yasalar içerisinden hareket etmeye
çalışılırken bir yandan da aydınların sorumluluklarını yeri getirme güdüleri
tatmin edilmeye çalışılmıştı. Aydınımız kaldıysa helalliğini böylece almış,
vardıysa vatan borcunu böylece ödemiş olmak istemiştir. Sonuç böyle de olmuştur
aslında.
Dilekçeye imza verenlerin
çeşitliliği de dikkat çekmektedir. İbrahim Tatlıses ve Türkan Şoray gibi iki
popüler ismin de böyle bir dilekçeye imza veren olarak anılması kimi çevrelerde
eleştiriyle karşılanmıştır. Aziz Nesin’in bu eleştiriye cevabı kısadır: “Çok haklıdırlar, ama biz aydın tanımlamaya
gitmedik. Çok sorumsuz tartışmalara girerdik. Önce diploma gelirdi. Diplomasız
aydınlar olamaz mı yani? …Türk toplumu üstünde yaygınlığı ve adıyla etkinliği
olan insanları aldık. İşçi olur, sendikacıdır, aydındır ama elinde diploması
yoktur. Türkan Şoray üniversite bitirmemiş olabilir ama bugünkü konumuyla,
kültürel ve sanatsal konumuyla Türk halkı üzerinde etkisi vardır.” Böylesi
geniş bir bakış açısıyla hazırlanan dilekçeye nedense, bütün çabalara rağmen,
sağcı olarak bilinen kesimlerden destek alınamaz.
Rejimin tek sahibi olarak görülen
Kenan Evren’in ise aynı günlerde bu
girişimi kastederek verdiği cevap ise gerçekten de dikkate değerdir. Evren, “Aydın olabilirsiniz. Ama aydınım diye
ortaya çıkarsanız diğer kitleyi kızdırır, kendinize küstürürsünüz” diyerek
nasıl bir aydın tahayyülü içinde olduğunu ortaya dökmüştür. Daha sonra hakkında
dava açılacak kadar şanslı olan imzacılar ise aylarca süren bir yargılama
sürecinin içine çekilmişlerdir. Savcılık iddianamesine göre adı geçen dilekçe
verildiği söylenen yere verilmeden aylar önce çoğaltılıp gazetelerde
yayınlanmış, halka dağıtılmış ve siyasi propaganda yapılmıştır. Her biri ders
niteliğindeki sanıkların savunması sonucunda mahkeme heyeti ise suçun maddi ve
manevi unsurlarının oluşmaması sebebiyle sanıkları beraat ettirmiştir.
Devletin askeri bir darbe ile
zorla değiştirilen nitelikleri karşısında sessiz kalamayan her kesimden
sanatçı, aydın ve yazarımızın göstermiş oldukları bu cesaret tarihe geçmiştir.
Aziz Nesin ve onun önderliğinde bir araya gelen sayıları iki binin bulan bilim
insanı, gazeteci, yazar, sinemacı ve sanatçımız tarihe olan imzalarını böylece
atmışlar ve devlete karşı halkın yanında nasıl durulduğunu sözde siyasetçilere
karşı açıkça ortaya koymuşlardır. Askerlerin devletimiz, siyasetimiz ve
düzenimiz üzerindeki vesayeti sürmeye devam ediyor. Kimileri bu vesayeti
kaldırıp kendi vesayetlerini kurmaya çalışıyor. Bugün pek gözlenmese de o gün
geldiğinde bir grup cesaretli aydının yine ortaya çıkıp, otuz yıl önce olduğu
gibi, yine tarihe imzalarını atacaklarını düşünüyorum.
İşte 15 Mayıs 1984 günü
Cumhurbaşkanlığına ve TBMM Başkanlığına sunulan ve aradan geçen otuz yıla yakın
süreye rağmen geçerliliğini yitirmeyen; barındırdığı gözlemleri hala doğru ama
istekleri hala gerçekleştirilmeyen o tarihi dilekçe;
AŞAĞIDA İMZASI BULUNANLARIN
TÜRKİYE’DE DEMOKRATİK DÜZENE İLİŞKİN
GÖZLEM VE İSTEKLERİ
Demokrasi, kurumları ve ilkeleri
ile yaşar. Bir ülkede demokrasinin temel harcını oluşturan kurum, kavram ve
ilkeler yıkılırsa bunun zararlarını gidermek güçleşir
.
Demokrasiyi kendi öz değer ve
kurumlarına yabancılaştırmak, biçimsel olarak koruyup içeriğini boşaltmak, onu
yıkmak kadar tehlikelidir. Bu nedenlerle tarihsel birikime dayalı devlet
yapımızı ayakta tutan kurum, kavram ve ilkelerin korunmasını ve demokratik
ortam içinde güçlenmesini savunmaktayız.
Halkımız, Çağdaş toplumlarda
geçerli insan haklarının tümüne layıktır ve bunlara eksiksiz olarak sahip
olmalıdır. Ülkemizin, insan haklarının güvenceleri yurt dışında tartışılır bir
ülke durumuna düşürülmüş olmasını onur kırıcı buluyoruz.
Yaşam hakkı ve insanca yaşama,
örgütlü ve toplumsal var olmanın çağımızda hiçbir gerekçe ile ortadan
kaldırılamayacak baş amacıdır; doğal ve kutsal bir haktır. Bu hakkın anlam
kazanması, düşünceyi özgürce açıklamaya, geliştirmeye ve etrafında örgütlenmeye
bağlıdır. Bireylerimizin yeni ve değişik düşünce üretmelerini, gösterilmeye
çalışıldığı gibi, bunalımların nedeni değil, toplumsal canlılığın gereği
sayıyoruz.
İnsanların son sığınağı olan
adalet, insanca yaşamın da başlıca dayanağıdır. Bun gerçekleşmesinin çağdaş
hukuk devletinde geçerli yolları, adalet arayışının hiçbir şekilde
engellenmemesi ve adalete ulaşmada olağanüstü yargı yollarına ve olağandışı
yöntemlere başvurulmamasını gerektirmektedir. Olağanüstü yönetim bicilerinin
olağan sayılan dönemlerde süreklilik kazanmasının demokrasi anlayışı ile
bağdaşmayacağı görüşündeyiz.
Yargı kararı olmaksızın
yurttaşların haklarının kısılması, tartışılması mümkün olmayan tek yanlı idari
işlemlerle suç oluşturulması, siyasal hakların ellerden alınması ve genel
suçlamalar yapılması, toplumsal yıkımlara yol açmaktadır. Dernek, kooperatif,
vakıf, meslek odaları, sendika ve siyasal partilere girmenin ve açıklandığı
zaman suç sayılmayan düşüncelerin sonradan egemen anlayışa göre, suç sayılması
hukuk devleti kavramıyla bağdaşmaz.
Türkiye’nin yaşadığı yoğun terör
eylemlerinden demokratik sistemin kendisi sorumlu tutulamaz.
Her örgütlü toplumun şiddet
eylemleriyle mücadele etmesi kaçınılmaz görevidir. Ancak, devlet olmanın temel
niteliği, terörle mücadelede hukuk ilkelerine bağlı kalmaktır. Terörün varlığı
hiçbir zaman, devletin de aynı yöntemlere başvurmasının gerekçesi olamaz.
Varlığı yasal kararlarla da
kanıtlanan işkence insanlığa karşı suçtur. İşkencesin yargısı, peşin ve ilkel
bir cezalandırma alışkanlığına dönüştürülmüş olmasından endişe ediyoruz.
Ayrıca, özgürlüğü sınırlama amacını aşan cezaevi koşullarını da eziyet ve
işkence sayıyoruz.
İşkencenin büsbütün ortadan
kaldırılması için gerekli önlemler alınmalıdır. Savunma, soruşturma ve
kovuşturmada, hukuk devleti kuralları dışına çıkılır ve yargısal yöntemlerde en
başta sanık makum oluncaya kadar masumdur ilkesiyle vurgulanan evrensel
güvenceler yok sayılırsa, keyfilik, özellikle siyasal davalarda yargılamanın
temel unsurlarından biri olur.
Terör eylemlerinin oluşmasında
toplumun bütün kesimlerinin sorumluluk payı olduğu göz önüne alınarak, ölüme
dayalı çözüm düşüncesinin ortadan kaldırılması için kesinleşmiş idam
kararlarının infazlarının durdurulması ve ölüm cezalarının kaldırılması
gereğine inanıyoruz.
Gecikmiş adaletin adaletsizlik
olduğu evrensel gerçeğine dayanarak, görülmekte olan davaların bir an önce
sonuçlandırılması gerektiği görüşündeyiz.
Suçları oluşturan, toplumsal ve
siyasal koşullardır. Türkiye’nin içinde yaşadığı çalkantılı dönemin topluma
yüklediği sorumluluk unutulmamalıdır. Bu nedenlerden ötürü ve sosyal barışa
katkıda bulunmak için kapsamlı bir affı kaçınılmaz görüyoruz.
Kamu yaşamında iyiyi kötüden,
doğruyu yanlıştan ayırmanın yolu olan siyaset, toplumun tümünün yönetime
katılmasıdır. Güncel siyasetin her ülkede görülen ve kaçınılmaz olan
aksaklıkları, herkese açık gereken siyaset yoluyla topluma hizmetin
engellenmesinin ve belirli zümrelerin, kişinin ve kişilerin tekeline
bırakılmasının nedeni olamaz. Siyaset yalnızca idari kararlara indirgenemez.
Milli irade ancak, toplumun bütün
kesimlerinin özgürce örgütlenebildiği düzenlerde anlam ifade eder. Kimsenin
siyasal kanı ve felsefi düşüncesinden ötürü suçlanmadığı, hiçbir yurttaşın
dinsel inançlarından dolayı kınanmadığı ülkelerde milli irade en üstün güçtür.
Bu üstün gücün meşruluğu, temel hak ve özgürlüklere karşı takındığı tavra
bağlıdır.
Çoğunluk iradesinin özgürce
belirlenmesini engelleyen koşullar demokrasiye aykırıdır. Bunun gibi, çoğunluk
iradesini bahane ederek temel hakları yok etmek de demokrasi ile bağdaşmaz.
Tarihsel gelişim süreci içinde
demokratik anayasaların amacı, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına
almaktır. Bireyi devlet karşısında güçsüzleştiren düzenlemeler, hangi ad
altında getirilirse getirilsin, demokrasiden uzaklaşma anlamına gelir. Bu
durumda, demokratik yaşamın kaynağı olması gereken anayasa, demokrasinin engeli
olur.
Başta siyasi partiler olmak
üzere, sendikalar, mesleki kuruluşlar ve dernekler, demokratik yaşamın
vazgeçilmez dayanaklarıdır. Mesleki örgütlenmeler, üyelerin dayanışma ve
ekonomik çıkarlarını savunmakla görevli oldukları kadar, siyasi partilerle
birlikte, birey ve grupların demokratik özgürlüklerimi korumanın ve yönetime
katılmalarının aracı ve etkeni de olmalıdır. Bu nedenle, örgütlenme ve katılım
haklarının anayasal düzenlemeler içinde en geniş güvencelere kavuşturulması gerektiğine
inanıyoruz.
Bir toplumun yaşayışında,
özgürlük, çeşitlilik ve yenilik öğelerinin bulunması, toplumun geleceği ve
gelişmeye açık tutulması için zorunludur. Bu bakımdan her türlü düşünce üretimi
korunmalı, yeni önerile kamuya özgürce sunulabilmelidir.
Özgür basın, demokratik düzeni
bütünleyen temel öğelerden biridir. Bunun sağlanması için, bağımsız, denetimsiz
ve çok yanlı olarak toplumun kendinden haberli olması, değişik düşüncelerin
özgürce yansıtılması ve her türlü eleştirinin basında yer bulması zorunludur.
Çok yönlü kamuoyu oluşması ve yönetimin demokratik denetimi ancak böyle bir
basınla gerçekleştirilebilir. Yine bu nedenlerle ve yansızlığın önkoşulu olarak
TRT’nin de özerkliğinin sağlanması gerektiğine inanıyoruz.
Eğitimin temel amacı, özgür düşünceli,
bilgili, becerli ve üretici insan yetiştirmektir. Bunun tersine, tek tip insan
yaratmaya çalışmak, çağdaş gelişmeler ve çoğulcu demokrasiyle bağdaşmaz. Çağdaş
demokrasi, dünyaya eleştirel gözle bakabilen insan yetiştirmeyi amaçlar.
Toplumun en yetişkin kesimi olan
üniversitelerin özerklikten yoksun bırakılarak kendi kendilerini yönetmeye
layık olmadıklarının ileri sürülmesi, ülkemizde demokrasinin işleyebileceğini
inkar etmek anlamına gelir. Bütün yüksek öğretim kurumlarının, atamalarla
oluşturulan aşırı yetkili bir kurulun buyruğuna verilmesi, hem gençlerin iyi
yetiştirilmesini, hem de bilim yapılmasını şimdiden engellediği gibi ülkenin
geleceği için büyük kaygılar doğurmaktadır. Bu nedenle, YÖK düzeninin bir an
önce seçim ilkesine dayalı özerklik yönünde değiştirilmesini gerekli görüyoruz.
Fikir ve sanat özgürlüklerinin
serbestçe oluşmasını engelleyen hukuki ve fiili sınırları kaldırmak ve her
yurttaşla birlikte, düşünce ve sanat adamlarını da genel güvencelerle
donatmanın bir uygarlık koşulu olduğunu önemle belirtmek isteriz. Sağlıklı bir
toplumsal gelişme, her türlü sanat yapıtlarının üretiminde ve yayımında
özgürlüğü, kültürel yaratıyı son derece sınırlayan sansürün toptan
kaldırılmasını, hiçbir konunun tabu haline getirilmemesini, ceza sorumluluğunun
yalnız olağan yargı mercilerince saptanmamasını gerektirir.
Bütün bunların ışığında, topluma
karşı sorumluluklarının bilincinde olan bizler, çağdaş demokrasinin, ayrı ayrı
ülkelerin özel koşullarına göre uygulamadaki değişikliklere karşın, değişmeyen bir
özü olduğuna bu özü oluşturan kurum ve ilkelerin bizim ulusumuzca da
benimsenmiş bulunduğuna, bunlara aykırı düşen yasal düzenleme ve uygulamaların
demokratik yöntemlerle ortadan kaldırılması gerektiğine, yaşadığımız
bunalımdan, böylelikle, sağlıklı ve güvenli olarak çıkılacağına olanca
içtenliğimizle inanmaktayız.
Haklarında Dava Açılan İmza
Sahipleri
Aziz Nesin, Hasan Gürsel, İlhan
Tekeli, Uğur Mumcu, Erbil Tuşalp, Haluk Gerger, Bahri Savcı, Yalçın Küçük,
Mahmut Öngören, Mete Tunçay, Şerafettin Turan, Yakup Kepenek, Murat Belge,
Halit Çelenk, Mehmet Emin Değer, Korkut Boratav, Mustafa Ekmekçi, Tahsin Saraç,
Nurkut İnan, İnci Aral, Güler Tanyolaç, Güngör Aydın, Haldun Özen, Haki Bülent
Tanık, Güngör Dilmen, Gencay Gürsoy, Vedat Türkali, Özay Erkılıç, Salih Şencan,
Kemal Demirel, Vecdi Sayar, Tullui Sönmez, Onat Kutlar, İlhan Selçuk, Ümit
Erdoğan, Berna Moran, Minu İnkaya, Veli Lök, Emre Kapkın, Cahit Tanör, Yılmaz
Tokman, Şinasi Acar, Ali Oralp Basım, Ruşen Hakkı Özpençe, Hayri Tütüncüler,
Güngör Türkeli, Atıf Yılmaz, Başar Sabuncu, Orhan Ş. Balcıoğlu, Erdal Öz,
Turgut Kazan, Talat Mete, Ercan Ülker, Ahmet Kocabıyık, Ali Cumhur Ertekin,
Yılmaz Polat, Gürsoy Dinç, Cemal Nedret Erdem, Muhittin Yavuz Aksu
Yararlanılan Kaynaklar:
- Aziz Nesin, Aydınlar Dilekçesi Davası, Adam Yayınları, 1986
- Nokta Dergisi, 1383 İmzanın Öyküsü, Mayıs 1984
- http://www.nesinvakfi.org/aziz_nesin_aydinlar_dilekcesi_savunma.html
- http://www.kongar.org/remzi/013_Aziz_Nesin_in_Aydinlar_Dilekcesi.php
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder