Altı asır süren Osmanlı
hükümranlığından sonra coğrafyamızda yaşanan politik gelişmeleri ve günümüze
olan etkilerini değerlendirmek için çok katmanlı bir tarih değerlendirmesine
sahip olmamız gerekmektedir. Yükselen ulus devlet modası, insanlığın son devrimi
ve ortaya çıkan iki kutuplu dünya, kültürel ve etnik çeşitlilik, teknoloji de
gelinen akıl almaz nokta vs. Bütün bir insanlık ailesi olarak, üzerinde
yaşadığımız kadim topraklarda amansız bir mücadelenin sonunda gelebildiğimiz
sonucu, ancak tarihin kıymetli tecrübeleriyle edinebiliyoruz.
Aynı coğrafyayı asırlarca
paylaştığımız kardeşlerimizle giriştiğimiz amansız mücadeleler ve mesnetsiz
inatlaşmalar kimi zaman bizi tarafı olmak istemediğimiz bir çekişmenin ortasına
çekiveriyor. Ülkemizdeki eksik tarihi bakış nedeniyle çoğumuzun kaçırdığı birçok
ayrıntının, bir çok detayın ne büyük önemler arz ettiğini anlamamız için
yitirdiğimiz zamanın hattı hesabı yok ne yazık ki. Toplumumuzun siyasal tarihi
halkına güvenmeyen baskı odaklarının çıkar kavgaları ile dolu. Bu kavgaların
birçoğu ekonomik, kültürel yada sosyal haklar ile anlamlandırılabilirken
azımsanmayacak bir kısmı ise tutarlı insan davranışlarına yaslanmıyor.
Çok değil otuz sene önce ülkemiz
büyük bir yıkımdan geçti. Öyle bir yıkımdı ki bu bütün düşün dünyamızı, siyasal
davranışlarımızı ve kültürel kalıplarımızı yerinden söküp aldı. Toplum bu
askeri darbe ile sadece içinde bulunduğu siyasal psikozdan uyandırılmakla
kalınmadı daha derin, daha karanlık ve daha beter bir kâbusa mahkûm edildi.
Acıdır ki hala içinde bulunduğumuz bu kâbustan kurtulmak bir yana toplum olarak
daha da batıyor, battıkça bu korkunç rüyanın etkilerinde kayboluyorduk. Kenan
Evren’in silahlı ve silahsız çalışma arkadaşlarının uzun yıllar süren toplumsal
mühendislikleri sonucunda vardığımız bu sonuçtan yakın zamanda kurtulma
ümidimizin olmaması da ayrı bir korku öğesi.
Bu korkunç kâbusun en kötü tarafı
ise toplum kesimlerin bu illüzyonda benliklerini ve gerçekle olan illiyetlerini
yitirmelidir. Bunda sistemin körpe beyinleri daha aymadan kapatmada gösterdiği
büyük maharette etkilidir. 1980 darbesinin sorumluları olan asker ve siviller
yeniden dizayn ettikleri bu sistemde hiçbir boşluk kalmayınca değin örgülerini
kurgulamışlar, toplumun var olan aydınları da köreltilip, yok edildikten sonra,
sistemin kendi içinde, var edilen yeni kurgusal düzeni içinde, işlemesini
sağlamışlardır. Bu durumda yapılacak en ufak aykırılık dahi entropiyle
sonuçlanacaktır.
Darbe yıllarında büyük
aydınlarımızın ve toplumumuzun önde gelen düşün ve eylem insanlarının başına
neler geldiği, onların yine de tarihe not düşmek için ellerinden geleni
yaptıklarını sayısız defa anlatmaya çalıştık. Ne yazık ki bu entropi
yanılgısının yaygınlığı yapılanların anlaşılmasını güçleştirmektedir. Darbe
sonrası yıllarımız içerisinde ülkemiz darbe koşullarından kurtulmak şöyle
dursun darbe koşullarının daha da kökleşmesiyle karşı karşıya gelmiştir. Aradan
geçen otuz yıla rağmen ne darbe yasaları değiştirilebilmiş ne de darbe ile
gelen siyasal, kültürel, ekonomik yada toplumsal davranış kalıpları ortadan
kaldırılabilmiştir.
Hal böyle iken ülkemiz ile
neredeyse aynı gelişme basamaklarını çıkan birçok kardeş toplum bambaşka
noktalara ulaşmıştır. Osmanlı Devleti’nin iktidarda olduğu yüzyıllar boyunca
bir arada yaşadığımız birçok toplumla benzer maceralara atılmamıza rağmen aynı
sonuca varamadığımızı üzülerek de görmekteyiz. Ülkemizin etkisi altında kaldığı
derin illüzyonun bunda payının olduğu da bir gerçektir. Bulgaristan’ı ele
alalım. 1300’lerden bu yana Osmanlı yönetimde olan Bulgar topraklarında ulusal
kimliklerin ortaya çıkmasından çok önce de din ve ekonomik temelli başkaldırılar
yaşanmıştı. Yaşanan ayaklanmaları ortaçağın zalimliği ile bastıran Osmanlı’nın
aynı davranışı 1876’ya gelindiğinde artık batılı büyük güçler tarafından kabul
edilemez bulundu. Rus Ortodoks Panslavizm’i de Bulgarlara gereken ulusal mihenk
noktasını verecektir.
Bulgarların Osmanlı’dan
kazandıkları ulusal bağımsızları sonrasında giriştikleri Balkan maceraları bir
yana Osmanlı ile tekrar bir rekabete girmedikleri de söylenebilir. Aslında ilk
Balkan savaşında girişilen rekabette ikinci Balkan savaşıyla ortadan kalkmıştı.
Bulgarlar Komünist Parti’nin iktidarı almasına kadar Çar otoriterliği altında
yaşamışlardı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi nüfuzun giren Çar 3. Boris’in
ani ölümüyle sarsılan Bulgar siyaseti kanlı bir süreç sonucunda Nazi etkisinden
sıyrılıp batılı ittifak kuvvetlerine katılır. 1946’da ise Bulgar hükümeti tam
anlamıyla Komünist rejim altına girecektir.
Bulgaristan’ın Sovyetler ile eş
güdümü ve doğu bloğunun bir parçası olması çok sürmez. Bulgaristan ve
Türkiye’nin komşusu olan diğer doğu bloku ülkeleri, Sovyetler ile büyük
kalkınma gerçekleştiriyordu. İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonraki yıllarda
ise Türkiye, tarafı olmadığı savaş yıllarında yaşadığı ekonomik darboğazın
sancılarıyla boğuşuyor ve iki büyük darbe, darbe girişimleri ve sayısız
sıkıyönetim ve ekonomik tedbir kararları ile batı dünyasına entegre olmaya
çalışıyordu. Doğu bloku altında komşularının parladığı yıllarda Türkiye ısrarla
batılılaşmaya çalışıyordu.
Bulgaristan doğu blokunun bir
parçası olarak Sovyetlerin liderliğindeki bir ekonomik sistemin içinde ağır
sanayi odaklı bir toplumsal düzen oluştururken Türkiye batılı müttefiklerinden
arta kalanları ve ağır siyasal yaptırımları olan ekonomik yardımların beslediği
montaj sanayi ile ayakta kalmaya çalışıyordu. Türkiye ile Bulgaristan arasında
açılan makas, 1970'li yıllarda doğu blokunda yaşanan ekonomik daralmanın
yansımaları ile kapanmaya başlar. Bulgaristan bir yandan ekonomik daralmanın
tabana yansımalarının önünü almak isterken, diğer yandan büyük ağabey
Sovyetlerdeki siyasi gerilimin yansımalarından kurtulmaya çalışmaktadır.
Sovyetlerde başlayan ekonomik
daralmanın sonucunda yirmi yıl sonra Sovyetler diye bir birlik ortada kalmazken,
aşağıdan gelen özgürlük talebi başta Rusya olmak üzere birçok ülkede rejim
değiştirecekti. Ama bunda önce 1980’lerde, yani bu yirmi yıllık sürecin tam
ortalarında, Sovyetlerde çok olmasa da çevre ülkelerde sıklıkla görülen bir
hastalık Bulgaristan’a da sıçramıştı. Bulgaristan, Türkiye’nin ikinci büyük
darbesiyle uğraştığı yıllarda, yükselen milliyetçilik ile uğraşıyordu. Aslında
Bulgaristan’daki Komünist rejim 60’lardan başlayarak bir sınıfsal bütünlük
kurmak amacıyla etnik ayrımcılıkları sonlandırmak istiyordu. Ancak bu
ayrımcılıkların sonlandırılması politikası bir anda farklılıkların görmezden
gelinmesiyle buluşacaktır.
Gerçekten de altmışlardan bu yana
Komünist rejim ülke içindeki azınlıkları zaman içinde değişen oranlarda
“asimile” etmeye çalışmıştır. Elbette ki
bu asimilasyon bir etnik operasyon boyutuna asla ulaşmamıştı. Ancak sınıf
bilinci oturtulmak istenen kitlelerdeki kültürel öğelerin fazlaca baskılanması,
yine de, etnik olarak geniş kitleden ayrılan azınlıkların kendilerini rahat
hissetmemeleri ile sonuçlanıyordu. Özellikle ülkedeki en büyük azınlık olan
Türklerin kendi kültürel varlıklarını sürdürme talepleri Bulgar komünistlerce,
sınıfsal bütünlüğe aykırı olarak görülüyordu. Din konusunu bir tarafa bırakırsa
Türk isimlerine ve Türk ismiyle açılmış işyerleri ve derneklere müsamaha
gösterilmemesi bu dönemin en öne çıkan yaptırımlarındandı. Bu yaptırımlar
karşısında Türklerin örgütlenmesi ve protestolara başlaması çok sürmedi.
Bulgaristan’da yaşanan etnik
tartışmaların da Türkiye’ye yansımaması düşünülemezdi. Türkiye ile çok yakın
bağları olan Bulgaristan Türkleri dönemin zor iletişim koşullarına rağmen
Türkiye’deki soydaşlarına dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı. Türkiye
kamuoyunun kayıtsızlığı ise uzun yıllar sürdü. Türkiye, 1980’de yaşadığı
darbenin yanılsamaları üzerinde kafa yorarken bir yandan da ilk ayrılıkçı terör
olayları ile karşı karşıya geliyordu. Darbe sonrasında bastırılan sol kanadın
içinde yer alan Kürt hareketi giderek soldan uzaklaşmaya ve etnik bir görünüm
almaya başladı. Kürt hareketini silahlı milisleriyle, dünya politikasında bir
figür olarak ortaya çıkarak PKK’nın ilk eylemleri, Kürt sorunun medyaya
yansımalarını ve Türkiye aydınının bakış açısını değiştirdi.
Bulgaristan’daki Türklerin sorunları
ile Türkiye’deki Kürtlerin sorunları neredeyse aynıydı. İki azınlıkta kültürel
haklarının anayasal teminatını talep ediyor ve ekonomik eşitsizlikten
yakınıyordu. Bulgaristan 80’ler boyunca sınıf düzlemine oturtmaya çalıştığı
kendi azınlık meselesi karşısında tabanda yaşanan vahim olayları önlemekte
ağırdan alıyor, Türklerin yasadışı yollardan Türkiye’ye zorunlu göç etmesine
güz yumuyordu. 1989’a gelinceye değin Bulgaristan’dan on binlerce Türk,
Türkiye’ye göç etmiştir. Özal ve Darbe’nin “sivil” hükümeti Bulgaristan’da
yaşananlara karşı bir politika geliştirmiyordu.
Özal’ın konuya yaklaşımı için
sansasyonel bir olay yakalamak istediği açıktı. Naim Süleymanoğlu Özal’ın
Bulgaristan’daki Türklerin sorunları için kullanmaması düşünülemezdi. Süleymanoğlu,
Bulgaristan’dan kendi şartları ile kaçmasına rağmen Özal olayı siyasi bir şova
dönüştürmüş ve Süleymanoğlu’nun sportif başarılarının beslediği popülaritesini
siyasete alet etmişti. Aynı dönemde TRT’nin Bulgaristan’dan göçen Türklerin
dramını anlattığı bir televizyon filmi ile olayı ekrana taşıması Türkiye’de
konunun konuşulmasını sağlamıştır.
Bir yandan da Aziz Nesin’in
başkanlığı yaptığı Türkiye Yazarlar Birliği, Bulgaristan’lı aydınlarla bir
araya gelerek Bulgaristan’da Türklere karşı yapılan yanlışlıkları ortak bir
deklarasyonla dünyaya duyurmayı dener. Bulgaristan’lı sosyalist aydın ve
yazarların konuya sıcak bakmamsı üzerine Türkiye’de yapılan bir basın
açıklaması ile durum kamuoyu ile paylaşılır. Öte yandan Bulgar aydınların Türk
aydınlara cevabi yazısında dikkat çeken bir ayrıntı gözlerden kaçmaz. Bulgarlar
Türkiye’ye Kürtleri hatırlatmaktadır.
Bulgar aydınların Türkiye’ye
Kürtleri hatırlatmasında gerçeklik payı vardır. Ama bunun muhatabının Türk
aydın ve yazarları değil Türkiye’deki iktidar ve devlet olması gerekirdi. Zira
Bulgaristan’a eleştiri yönelten başta başkanı Aziz Nesin olmak üzere Türkiye
Yazarlar Birliği’nin üyeleri arasında Kürtlere karşı uygulanan kültürel,
ekonomik ve siyasal baskıyı onaylayanlar bulunmamaktadır. Neyse ki Aziz Nesin,
bu konunun altını olanca ciddiyetiyle çizmiştir. Ama bu dahi Türkiye’nin kendi
meselelerinin dışarıda nasıl yankılandığını görebilmesini sağlayamamıştır.
Türkiye, öteden beri komşu
ülkelerdeki Osmanlı artığı Türk ve Müslüman azınlıklar söz konusu olduğunda hemen
diş bilemekte ve hamasete kaçan söylemlerle hak talep etmektedir. Ancak iş
kendi içindeki azınlıklara geldiğinde, evirip çevirmekte ve arkadan
dolanmaktadır. Türkiye’nin azınlık politikası genel olarak iki ana eksene
dayanmaktadır. Birincisi: tarihi olarak bütün gayrimüslimleri azınlık bütün
Müslümanları da çoğunluk kabul etmek. İkincisi: her koşulda mütekabiliyet
aramaktır. Azınlık sorunumuzun kilitlenmesinde tarihi temel olarak gördüğüm bu
iki politikayı açmak ve Bulgaristan örneği üzerinde Türkiye’de Kürtler üzerinde
durmak istiyorum.
Türkiye’nin Lozan Antlaşması’nda
Azınlıklar başlığı altında derlenen en eski metnimize dayanan “Gayrimüslümlik”
konusu toplum olarak başımıza çok dert açmaktadır. Son çeyrek yüzyıldır İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesinde Türkiye’nin en çok yargılandığı ihlallerin başında
azınlıklarımıza karşı ayrımcı politikalarımız ve onun içinde de azınlık
tanımımızdaki çarpıklık yer almaktadır. Türkiye’nin kurucu anlaşması olan Lozan
Antlaşması’na göre Türkiye’de sadece gayrimüslimler azınlık olarak kabul
ediliyor.
Bu tanımlama iki yönden sakıncalı
birincisi ve en önemlisi Müslüman olup da çoğunlukla aynı kültürel, sosyal ve
etnik kökenleri paylaşmayan toplum tabakalarını sınıflandırmakta yeterli
olmaması. Kürtler, Çerkezler, Boşnaklar ve Lazlar Müslüman olmasına rağmen Türk
değillerdir. Türk olmayan katmanların azınlık olarak tanımlanmasından bilinçli
olarak uzak duran ulus devlet, uluslaşma aşamasında yaşanacak parçalanmalardan
endişe ediyordu. Bu endişenin tamamen yersiz olduğu söylenemez. Ancak günümüz
koşullarında devletin kuruluş aşamasındaki koşulların devam etmediği de göz
önüne alınırsa, o koşullar gereği kabul edilmiş kurucu anlaşmadaki maddelerin
Anayasalarda da devam etmesinin bir anlamı yoktur.
Bu din temelli azınlık tanımının
bir sakıncası da Türk olup da Müslüman olmayan toplum kesimlerini de
sınıflandırmakta yeterli olmamasıdır. Ancak teorideki bu belirsizliğe rağmen
uygulamada Müslüman olmayan Türklerin de çoğunluktan sayılmaması yerleşmiştir.
Tarihimizdeki iki büyük azınlık karşıtı operasyon olan Mübadele ve 6-7 Eylül
olayları sadece gayrimüslim olan Ermeni ve Rumlara değil aynı zamanda
Gayrimüslim Türklere de yönelmiştir. Bu veri de göstermektedir ki Türkiye’de
azınlık denilince akla Müslüman olmayanlar gelmektedir. Bu bir tutarsızlıktır. Her
şey bir yana, etnik farklılıkları görmezden gelip sadece dini bir tanımlama
yaparak Cumhuriyetin kurucu niteliği olan Laiklik açısından tutarsızlıktır.
Böyle din tabanlı bir
tanımlamanın yanında ülkemizin her koşulda mütekabiliyet araması da bir başka
sorundur. Mütekabiliyet ancak kendi içindeki tutarlık sonucunda aranabilir.
Türkiye ise baştan böyle bir tutarlılıktan yoksun olduğu için mütekabiliyet
talebi havada kalmaktadır. Yani kendi ülkesindeki azınlıklara karşı gereken
insani yaklaşımları gerçekleştirememiş, kültürel ve sosyal hakları
yaygınlaştıramamış ve siyasal baskıları kaldıramamış iken başka ülkelerde
mütekabiliyet araması hiç de Türkiye’nin sıklıkla vurguladığı büyük ülke
imajına yakışmamıştır. Türkiye mademki büyük bir ülkedir, başka ülkelerin kendi
iç meselelerine karışmadan kendi meselelerine yaklaşmalıdır.
Yine bu din temelli azınlık
tanımlamasının aynı dine mensup olmakla birlikte farklı mezhebe mensup
kimselerin sınıflandırmasında yetersiz kalmaktadır. Türkiye’deki en önemli dini
azınlıklardan olan ve tarihi ezilmişlik sorunları geçen yüzlerce yıla rağmen
hala iyileştirilmeyen Aleviler de dini bir azınlık olarak siyasal, kültürel ve
ekonomik baskı altındadırlar. Osmanlı devletinin onlarca yıl uyguladığı
ayrımcılığı gidermek niyetine olan güvençleri nedeniyle Cumhuriyete olan
destekleri tartışmasız olan Alevi azınlığın, sorunlarının da devlet tarafından
karşılandığı ne yazık ki söylenemez. Türkiye’deki en büyük iki azınlığın bir
tanesinin dini bir azınlık, diğerinin ise etnik azınlık olması Türkiye’nin
modern anlamda, sosyal kalıplar üstü, ancak dini, etnik vb bütün kimlikleri
kapsayan bir azınlık tanımlamasına ve azınlıklarına adaletli bir yaklaşıma
ihtiyacı vardır.
Türkiye, ne yazık ki kendi
azınlıklarını hep bu azınlıkların etnik ve kültürel bağları olduğu ülkelerin
uzantıları olarak görmüş, onları içselleştirememiş ve dışlamıştır. Bu
ötekileştirmedir ki ülkemizdeki ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının bu
boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Zaten yetersiz eğitim altyapısı,
yaratıcılık ve özgünlükten uzak kültürel düzeyi ile gelişmişlikten oldukça uzak
bir noktada olan toplumuz, “baba” olarak yücelttiği devletin yanlış
yönlendirmelerinden oldukça fazla etkilenmiştir. Bu etkilenmeyle azınlık
mensuplarına öfke biriktirmiş, ayrımcılık yapmış ve bireyleri
ötekileştirmiştir. Türkiye’den beklenen kendi vatandaşı olan ve en az diğer
bütün Türk vatandaşlar kadar devletinden beklentileri olan azınlık mensuplarına
hak ettikleri şekilde, insanca yaklaşmasıdır.
Devletimiz bu görüşler
doğrultusunda kendi vatandaşı olan Müslüman Kürtleri azınlık olarak
saymamıştır. Azınlık olarak saymadığı gibi onları çoğunluktan bir parça gibi
de özümsememiş, onların kimlikleri, kültürleri ve dilleri ile toplumdan
soyutlanmasına izin vermiştir. Öte yandan Kürtlerin ekonomik, sosyal ve
kültürel gelişmemişlikleri giderilmemiş, büyük Anadolu coğrafyasının en uzak
noktalarındaki Kürtlerin ana kentlerdeki nisbi gelişmişlikten yararlanması
engellenmiştir. Osmanlı’dan kalan hastalıklı idari bir alışkanlıkla isyan ile
sorunlar dayanılmaz noktalara ulaşmadan soruna müdahale etmemiştir. Kürtlerin
bu dışlanmışlığı, bütünüyle Bulgaristan’daki Türklerin dışlanmışlığı ile
örtüşmektedir.
Sözünü ettiğimiz dışlanmışlığın
Bulgaristan’daki Türklerle olan benzerliğidir ki Bulgaristan örneğininin
incelenmesini elzem kılmaktadır. Zira Bulgaristan’ın tarihi olarak gösterdiği
gelişimin ülkemize öğreteceği muazzam dersler vardır. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti,
Gorbaçov’un Sovyetlerde başlattığı reform hareketi ardından sarsılmaya başlar.
Zaten 70’lerden bu yana devam eden ekonomik istikrarsızlık 80’lere gelindiğinde
politik yansımalara neden olur. Seksenlerin ortasında sansürün de kalkmasıyla
Hollywood filmleri ve Batı televizyon yayınları bütün doğu bloku ülkelerinde
olduğu gibi Bulgaristan’da da kültürel bir etkileşimi doğurur. Özgürlük talebi
yükselir.
1989 yılı ile birlikte reform
talepleri Sofya’da yürüyüş yapacak kadar yükselmiştir. Talep elbette
Bulgaristan ile sınırlı değildir. Bütün doğu bloku memleketlerinin
başkentlerinde “ulusal” bağımsızlık talepleri yükselmektedir. BDT dışında kalan
bütün doğu bloku ülkeleri bağımsızlıklarını bir yıl içinde ilan edeceklerdir.
1991 temmuzunda yeni bir anayasa meydana getirilir ve sosyalist dönemin tek
partiye entegre devlet şekli yerine cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet sacayağından
oluşan idari sisteme geçilir. 1992 ve 1994 seçimlerini komünizm karşıtı liberaller yarışı önde götürmüş olsa da Bulgaristan Sosyalist Partisi mecliste temsil edilmeyi
garantilemişti.
Doksanların başında yaşanan hızlı
değişim talebi liberalleri ve batı yanlılarını iktidara taşımış olsa da daha
geniş kitlelere ulaşabilen BSP doksanların sonunda yeninde iktidarı devralır.
1997’de yaşanan komünizm karşıtı gösteriler sonrası BSP yine çekilmek zorunda
kalmış ve ülke yeniden sağcı iktidarlara emanet edilmiştir. 2001 yılına kadar
sancılı da olsa komünizm sonrası geniş mutakabatlı bir idare kurulabilmiştir.
2001 yılında ülkeye geri dönen sermayedarların başını çektiği AB vizyonu geniş
bir taban yakalar ve ülke hızla AB üyesi olmak için gerekli değişimleri
gerçekleştir. Çok değil altı yıl sonra 2007 yılında Bulgaristan Avrupa Birliği
üyesi olmuştur.
Bu süreçte ülkenin geçirdiği
değişim çok çarpıcıdır. Ülke hem ekonomik hem de kültürel gelişmişlik açısından
bir zamanlar başat olduğu ülkemiz ile arayı oldukça açmıştır. Ancak bizi
ilgilendiren azınlık politikalarına geri dönersek Bulgaristan çok değil daha birkaç
yıl önce sosyalist otokrasi altında en ufak ekonomik yada siyasi açmazda ülke
içindeki azınlıklar üzerinde yürümek ihtiyacı duyarken, şimdi sosyalizm sonrası
kurulan azınlık partisi meclise girmeyi bırakın iktidara ortak olmuştur. Ahmet
Doğan tarafından 4 Ocak 1990’da kurulan Hak ve Özgürlükler Hareketi liberal
ekonomik bakış açısı ve tam bir azınlık odaklı siyasal yapılanmasıyla bugüne
kadar gelmiştir.
Bulgaristan’daki Türkler
sosyalizm döneminin sonralarına doğru büyük bir Bulgarlaştırma ile karşılaşınca
örgütlenme ihtiyacı duymuşlardı. Türkiye’ye kaçanların da Sosyalizmin
yıkılmasından fırsat bulup geri dönmesi, ülkenin hızla batıya entegre olması ve
liberal politikaların sonuç vermesiyle Türk azınlık da büyük bir dönüşüm
yaşamıştır. Hak ve Özgürlük Hareketi içerisinde örgütlenen Türk azınlık ilk
girdikleri 2001 seçimlerinde %7,50 oy ile 240 koltuklu meclise 21 temsilci sokabilmiştir.
İlk kez girdiği meclisten çıkacak hükümete ortak olmuşlar 2005 seçimlerinde ise
oy oranlarını %13,70’e çıkarabilmişlerdir. Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne
girmesinden sonra 2007 yılında ilk kez Avrupa Parlamentosuna gidecek vekiller
için yapılan seçimlerde % 20,26 oy ile 4 üyesini AP’ye göndermiştir. Hemen
belirtelim AP’ye giden 4 üyeden 2’si Bulgar’dır.
Bulgaristan’ın sosyalizm sonrası gösterdiği
ekonomik, kültürel ve de politik dönüşüm ülkenin hızla AB üyesi olmasıyla
sonuçlanmıştır. Ülkedeki politik ve ekonomik ortamın yarattığı refah kültürel
entegrasyonun da dünya standartlarının üzerine çıkmasını sağlamıştır.
Bulgaristan’ın göstermiş olduğu bu gelişim, azınlık sorunlarında gösterdiği
büyük atılım ve ülkedeki demokratik geleneklerin yaygınlaşması birçok ülke gibi
Türkiye’ye de örnek olacak niteliktedir. Bulgaristan’ın bu gelişimi geçirdiği
yıllarda Türkiye ne yazık ki bitmek tükenmeyen kısır iktidar kavgalarının,
ekonomik bunalımların ve ülkenin bir yanında süregelen “düşük yoğunluklu savaşın”
yarattığı sosyo-kültürel ortamın içinde boğulup gidiyordu.
Türkiye’nin yanı başındaki
Bulgaristan’la sadece bir sınırdan çok fazlasını paylaşıyor. Bir zamanlar ortak
bir tarihe de sahip bu iki ülke, asırlar süren birlikteliğin bıraktığı azınlıklar
gibi derin meseleleri yada doğulu bir halk olmanın getirdiği az gelişmişlik
sorunlarını da paylaşıyor. Ancak iki ülke arasındaki bu paydaşlık ne acıdır ki
son yirmi yılda Türkiye aleyhine muazzam açılmıştır. Bir zamanlar azınlıklarına
siyasal ve ekonomik baskılar uygulayan Bulgaristan azınlık partisinin iktidar
ortağı olabileceği bir demokratik dönüşüm iki, üç yıl gibi kısa sürede kurup
bugüne kadar sürdürebilmişken, Türkiye ne yazık ki bunun çok ama çok gerisinde.
Türkiye’deki en büyük etnik
azınlık olan Kürtlerin Bulgaristan’ın Türklerinden çok da fazla talepleri yok
aslında. Ancak ne yazık ki yanı başımızdaki böylesi bir dönüşüm öyküsünden çok
uzağız. Son söz olarak demek gerekmektedir ki Bulgaristan örneğinden ders alması
gerekenlerin sadece devletimiz değil çoğunluğu, azınlığı, okumuşu, okumamışı
bütün Türkiye halkıdır. Bulgaristan halkı nasıl bu büyük değişimi sadece yasalar
üzerinde değil günlük hayatı de kapsayacak şekilde bir bütün olarak başardıysa
Türkiye de bunu yapmalıdır. Sadece yasaların değil kafaların da değişmesi
gerektiğini sanırım söylememize gerek yoktur.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
- Marina Liakova - The Turkish Minority in Bulgaria - 2012
- Aziz Nesin - Bulgaristan'da Türkler; Türkiye'de Kürtler - 1989
- Lilia Petkova - The Ethnic Turks in Bulgaria: Social Integration and Impact on Bulgarian – Turkish Relations, 1947-2000, 2003
- http://sofiaecho.com/2009/09/21/787731_the-exodus-of-bulgarias-turkish-minority-20-years-on
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder