Mustafa Kemal’in resmi olarak atamasının gerçekleştirilmesinden önceki
faaliyetleri karşılaştırılmalı anılar incelendiğinde oldukça dikkat çekicidir.
Gerçi zaten bizatihi Mustafa Kemal birçok kez yeni devlet fikrinin uzun yıllar
önce kararlaştırdığını ancak uygulama için yer ve zaman kollaya geldiğini
belirtmiştir. Zaten dönemin gazeteleri dahi Mustafa Kemal’in Osmanlı Başkentindeki
siyasi hareketlenmesinin belirli çevrelerde rahatsızlık oluşturduğu bilgisini
aktarmaktadır. Osmanlı Hükümeti çevrelerinde siyaset yapan Mustafa Kemal’in
Başkentten uzaklaştırılması düşünülmektedir.
Mustafa Kemal’in 13 Kasım 1918’te döndüğü İstanbul’da, Şişli’de kiraladığı
bir evde, ileride toplumu top yekûn bir savaşa sürükleyici Padişah’la siyasi
çekişmelere girmiş, herhangi bir Osmanlı Münevverinden beklenecek nezaketle
Padişah’ın şahsına doğrudan yönelmeyerek onun bürokratik uzantıları ile mücadele
etmiştir. Ahmet İzzet Paşa hükümetinin bir direniş sergileyerek önemli işler
göreceği kanaatindeydi ve bazı fikirlerini Ahmet İzzet Paşa ile mektuplaşarak
paylaşmaktaydı. Padişah’ın hükümetinin iş yapma becerileri hakkında bir
zabitten beklenmeyecek tarzda muhalefet sergilemiş, yetinmemiş Ahmet İzzet Paşa
tarafından kurulacak yeni hükümette bakanlık talep etmiştir.
Mustafa Kemal’in de içinde yer almak istediği Ahmet İzzet Paşa hükümeti
kurulamayınca, bu kez hükümet kurma görevi Tevfik Paşa’ya verilir. Tevfik
Paşanın muhtemel hükümetinden ise Mustafa Kemal’in bir beklentisi
bulunmamaktaydı. Ardı ardına kurulan hükümetlerde elde etmek istedikleri
gerçekleşmeyince artık kurtuluş mücadelesinin payitahtta gerçekleşemeyeceği
belirginleşmiştir. Yakın arkadaşı Ali Fethi Bey ile birlikte “Minber” isimli
bir gazete kurup halkında aydınlatılması için uğraş vermiştir. Mustafa Kemal
artık yakın çevresiyle Anadolu’da organize edilecek bir misil kuvvettin
yordamıyla ulusun ve tarihin yazgısını değiştirebileceğini anlamıştır.
Şişli’deki o meşhur evde artık düzenlenen toplantılarda Anadolu’ya geçişin
planları yapılmakta, İstanbul’daki fiili işgal güçlerine yakalanmadan
Anadolu’ya geçişin çareleri aranmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını öngören Sevr’in uygulamaya geçmesiyle
beraber Anadolu’nun her köşesinden işgal haberleri gelmekteydi. Yaşanan
işgaller karşısında halk huzursuz yaşamakta önce yerel otoritelere ardından da
merkezi hükümete şikâyetler yağmaktaydı. İşgal güçlerine karşı Osmanlı Devleti
sadece ağırbaşlılık telkin ediyor, Padişaha ve hükümete bağlılığın bir
göstergesi olarak işgal güçlerine bir direnç gösterilmemesini emrediyordu.
İşgal güçleri de işgal ettikleri bölgelerde yerel bürokratik erkâna Padişah’ın
işgal ilgili izin(onay) yazısını gösteriyorlardı. Yani halk bir anlamda işgal
edilmesine izin veren Padişah ve onun hükümetinden işgali durdurmasını bekler
durumdaydı.
Yaşananların bir toplumun hafızasında travmatik yerler doğurduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır. Bu şaşkınlık içersinde bir takım yurtseverler yerel milis
kuvvetler oluşturma yoluna gitmiş, dağıtılan Osmanlı Ordusu’ndan arta kalan
silahları toplama gayretine düşmüş ve bazı noktalarda yerel direnç
sergilemişlerdir. İşgal güçleri ise işgalin kendilerine Antlaşma ile sağlanan
bir hakkı kullanırken silah kullanmak istemiyorlardı. İşgal bir haktı, direnç
yaşanmalıydı. Bunun üzerine İstanbul’da Padişah’tan beklenen bir başka adım
ise; işte bu işgale karşı olan dirençleri kırmak oluyordu.
Padişah ve hükümeti önce, bildiriler ve emirler ile halkın işgal
karşısındaki direncini kırmak istemiştir ki bazı bölgelerde işe de yaramıştır.
Ancak bazı bölgelerde ise işgal güçlerinin bölgedeki yerleşik Hıristiyanlarla
işbirliğine gitmesi durumu zorlaştırmıştır. Uluslaşma sürecinde bulunan Anadolu
Halkları arasında sadece Türkler bulunmamakta idi. Osmanlıdan ayrılıp bir ulus
devlet kurmak belki en son Türklerin aklına gelmiştir. Anadolu Halklarından
Ermeniler, Rumlar ve Kürtler Osmanlı’nın dağılması ve Avrupa’dan esen ulusçuluk
akımıyla farkındalıklarını arttırma ve ulus kimliği kazanma yolunda
ilerliyorlardı. İşte Sevr’in de imzalanması ile birlikte Anadolu da öngörülen
yönetim bölgelerinde Türkler ile sorun yaşamaya başlamışlardır.
Sevr ile birlikte bir anda kendilerini yüzlerce yıldır ev bildikleri
yurttan bir Ermeni, bir Rum veya bir Kürt yurdunda yaşamak durumunda düşünmek
Türklerde bir huzursuz yaratmıştır. Ayrıca oluşturulacak bu yurtların
kurtuluşunu öngören milis güçler ortaya çıkmıştır. Bu güçler artık içlerinde
istemedikleri (ki artık o yurtlar onlarındır) Türkleri yurtlarından atmak
istemektedirler, Türklerin de böyle bir istence karşılık örgütlenmemelerini
beklemek hata olurdu. Ve nitekim onlar da örgütlenmişlerdir. Bazı bölgelerde
farklı talepleri olan milis güçler karşı karşıya gelmeye başlamışlardır.
Bu karşı karşıya gelmeleri önlemek gerekmektedir. İşgal güçleri Padişah’a
ve onun hükümetine bu sorunları halletmesini yoksa işgalin daha sertleşeceğini
bildirmişlerdir. Hükümet bu direnç noktalarını ve milis güçlerin birbirlerine
düştükleri yerleri denetleyecek ve yerel idari amirlerin tamamına emir
verebilecek olağanüstü yetkilere sahip bir müfettişin Anadolu’ya gönderilmesi
fikrini ortaya atar. Yalnız böylesi yetkilere sahip kişinin tespiti de önem arz
etmekteydi. Mustafa Kemal zaten bir
kurtuluş fikri aramakta, Anadolu’ya geçişi planlamaktaydı.
Hükümet açısından ise görevlendirilecek kişinin ittihatçı olmaması elzem
vaziyetteydi. Gönderilecek kişinin görevini yapabilecek nitelikte olmalı ama
ittihatçılar gibi gizli planları bulunmamalıydı. Mustafa Kemal, askeri
başarıları ve ittihatçılarla olan zorlu geçmişi, Vahdettin’le olan tanışıklığı
ile görev için öne çıkan isimlerdendir. Hiç kuşkusuz Mustafa Kemal’in hakkında
Ahmet İzzet Paşa’nın daha önce bir bakanlık teklifi olması onu muteber bir kişilik
yapmıştır. Ayrıca Sadrazam Damat Ferit’in hükümet çalışmalarında Mustafa
Kemal’in karışabilirliğini ön görerek onun başkentten uzaklaştırmanın
kendisinin yararına olacağı fikri ile Mustafa Kemal’i bu göreve önerdiği
düşünülebilir. Çünkü Mustafa Kemal, İstanbul’da bulunduğu süreçte belirli bir
duyarlılık yaratmayı da başarabilmiştir.
Mustafa Kemal açısından ise; bu görev bulunmaz bir fırsattır. Aklındaki
kurtuluş fikrini ateşleyebilecek niteliklere sahip olduğunu biliyordu ancak
böylesine güçlü yetkiler ile donatılmış resmi bir görevle Anadolu’da
atamayacağı adım, söz geçiremeyeceği bürokrat kalmayacaktı. Bir kurtuluş
cephesinin organizasyonunda hiç kuşkusuz bu kadar eli güçlü bir şekilde olmak
Mustafa Kemal’in işini kolaylaştıracaktır. Zaten bir kurtuluş umudu bekleyen
halk, olağan üstü yetkilere haiz bir ordu müfettişi tarafından kolayca
yönlendirilebilirdi.
İşte Anadolu’daki o adına Kurtuluş Savaşı’na denen tarihi süreç böyle bir
gelişimin ürünüdür. Anadolu’da yeni filizlenecek bu yapılanma tamamıyla bir
devrimci milis güçtür ki daha bundan kimsenin haberi yoktur. Mustafa Kemal,
önce Samsun’a çıkmış, birlikleri teftiş etmiş ardında yöreyi dolaşmaya
başlamıştır. Kavak ve Havza’ya uğramış, demeçler vermiş, halka seslenmiştir.
Amasya’da büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Amasya’da buluştuğu isimler ise
ihtilal hareketinin önde gelenleriydi; Ali Fuat Paşa, Refet Bey, Rauf Bey. Bu
dört ismin altında imzası bulunan ve ihtilalin başlangıç bildirisi olan Amasya
Genelgesi yayımlandı. 21 Haziran 1919 günü akşamına bütün yurttaki idari
birimlere ve önemli kişilere telgrafla geçildi. Bu bildiri bir ihtilalin
başladığını müjdeliyordu.
Bildiri Anadolu’da bir ihtilal ateşi yakıldığını hedefin ise yeni bir
devlet olduğunu duyurmaktaydı. Zekice hazırlanmış bu metin bölgesel ve yerel
olarak oluşturulan milis güçlerin bir araya getirilmesini sağlayacak bir
merkezi yapılanmanın sinyallerini taşıyordu.
Bu merkezi yapılanmayı İstanbul’daki hükümetin gerçekleştiremediğini
ilan ediliyor ve yapılanmanın gerçekleştirilmesi için bir kurulun kurulması
gereğini söylüyordu. Bildiri doğrudan Padişah’ı hedef almamaktaydı. Zira
doğrudan padişahın şahsına karşılık yapılabilecek en küçük bir şey Osmanlı
Toplumunda dinden çıkmayla eşdeğerdi.
Padişahın şahsından hem bütün dini değerler hem de bütün bir Osmanlı
Tebaasının onursal varlığı toplanmaktaydı. Osmanlı Padişahı yanlış yapmazdı ve
bu yüzden eleştirilmesi bütün dini değerlerin çiğnenmesi olacaktı.
Ancak İstanbul’daki olmayan devletin varlığına karşı ortaya çıkan bu
ihtilal komitesi (ki komitenin bazıları bizatihi yukarıda değinmeye çalıştığım
bağlılık duygularına sahiptir.) eleştirilmesi mümkün olmayan padişahın
otoritesine karşı nasıl ayaklanabilirdi ki. Bunun yolu işte o zekice
hazırlanmış metnin dilinde gizlidir. Metin incelendiğinde sanki memlekette
yaşanan işgaller ve bütün olumsuzlukların sorumlusu İstanbul Hükümetidir. Sığ
bir yaklaşımla böylece Padişah’a hakaret etmeden ve dinden de çıkmadan İstanbul
Hükümeti hedef alınarak bir ihtilalin başlatılabildiği söylenebilir ama bu
dediğim gibi sığ olur çünkü Osmanlı yönetim anlayışı incelendiğinde
görülecektir ki hükümet demokratik bir seçimle başa gelmez bu yüzden hükümet ne
halkın ne de meclisin hükümetidir. Hükümet doğrudan Padişah’ın hükümetidir.
Zaten Anayasa gereği meclise karşı değil Padişaha karşı sorumludur. Gerçi 1909
tarihinde yapılan Anayasa değişikliği ile hükümetin padişaha karşı sorumlu
olması hali ortadan kaldırılmış olsa da değiştirilen Anayasa fazla yürürlükte
kalmadan kaldırılır, meclis feshedilir.
Böylece denebilir ki aslında hükümet, Padişahtır; Padişah ta hükümet.
Hükümete karşı yürütülen her hareket, Allah’ın yeryüzüne hükümran olarak
atadığı Padişah’ın Allah’ın inayetiyle çıkardığı Padişah yasalarına karşı
yapılmıştır. Amasya Genelgesinde Hükümeti eleştirmek demek aslında Padişahı ve
o’nu yeryüzüne gönderen Allah’ı eleştirmek demektir. Bu yüzden Mustafa Kemal ve
arkadaşları dine karşı geldikleri gerekçesiyle ileriki aşamada “Katli Vacip”
ilan edilmişlerdir.
Sadece Amasya Genelgesinin varlığı bile aslında Ulusal Kurtuluş Hareketinin
ihtilal kimliğine vurgu yapmaktadır. Yine ayrıca Genelge’de İstanbul’daki
hükümetin işini yapmadığı ve bu durumunda ulusu yok olmuş gibi gösterdiği
söylenmektedir. Haşa başta Padişah sağ ve salim iken yalnızca bir takım memurun
işini doğru düzgün yamıyor diye ulusun yok olduğunu söylemek Padişah’ın
varlığının sorgulanması demektir. Bu da yetmez metinde ulusun bağımsızlığını
yine ulusun azim ve kararlılığı kurtaracaktır denmektedir.
Yani bir anlamıyla Padişah’ın şahsında simgeleşen ulusal bütünlüğü
sağlamanın başka yolları aranmakta, Padişah’a gerek yok ulus kendi azim ve
kararlılığı yordamıyla bağımsızlığını geri kazanacaktır denmektedir. Bütün bu çıkarımlar Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının giriştikleri bu
harekâtın doğrudan İstanbul’daki Payitahta ve onun yapılmasına izin verdiği
işgallere yönelik olduğunu göstermektedir. Zaten İstanbul’daki Padişah ve
Hükümeti de bu durumu böyle algılamış, Mustafa Kemal ve Arkadaşlarını Padişah’a
ve Dine karşı ayaklanan bir takım başıbozuklar ilan etmişlerdir. Yetinmemişler
ellerinden gelen her imkân ile Anadolu’daki bu ateşin sönmesini için çalışmış,
isyanlar tertip etmiş, milis güçler üzerine birlikler göndermiş, bildiriler
yayınlayarak halkı aleyhte kışkırtmış ve Anadolu’daki az kalmış Osmanlı
memurlarının “isyankâr”larla işbirliği yapmasını önlemek istemişlerdir.
Osmanlı Devletinin başındaki Padişah ve onun emrindeki Hükümet, elinden
geldiğince Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının başında bulunduğu bu direniş
hareketinin başarıya ulaşamaması için çabalamıştır çünkü bu hareket işgal
güçlerine olduğu kadar Osmanlı Devlet’ine karşı yönelmiştir. Hareket daha ilk
günü ilk saatinden itibaren kurtuluş ve kurtuluş sonrası yeni bir devletin
inşası sinyalleri vermiştir. Bu sinyaller İstanbul’da yankı bulmuştur.
Öyle ki doğrudan İstanbul hükümetinin tertip ettiği Anzavur ve Kuvayi
İnzibatiye ayaklanmaları ve dolaylı olarak İstanbul’dan desteklenen Bolu,
Düzce, Hendek, Adapazarı, Yozgat, Afyon, Konya ve Urfa yöresindeki
ayaklanmaların tek amacı vardı; Padişaha ve O’nun hükümetine karşı gelen
Mustafa Kemal ve bozguncu arkadaşlarına karşı gelmek. Sıvas kongresi öncesi
yaşanan Ali Galip olayı ise İstanbul hükümetinin Anadolu’daki memurlarına hala
ulaşabildiğinin ve bir takım memurların İstanbul’daki yönetimden yana tavır
aldığının en açık göstergelerinden biridir.
Anadolu Ulusal Hareketinin küçük milis güçlerden düzenli bir orduya
dönüşmesi, ardından işgal güçlerine ve Osmanlı Devletinden kalan uzantılara
karşı yürütülen mücadele sonucundan elde edilen motivasyonun bir ürünü olarak
elen alındığında Türk Devrimi diğer büyük devrimlerden kendisine has bir yönü
ile dikkat çekmektedir. Diğer büyük devrimler (Fransız, İngiliz(1640-49),
Amerikan ve Rus ) sadece kendi içlerindeki karşıt güçler ile bir mücadele vermiş
iken Türk Devrimcileri hem içeride Padişah Yanlılarına hem de dışarıda ülkeyi
işgal eden İşgal Güçlerine karşı bir mücadele vermiştir.
Türk Devriminin bu eşsiz yapısı onu tarihin önemli halk hareketlerinden bir
tanesi yapmaya değerdir. Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin birçok kez anlatılan ve
daha önemli olduğunu vurgusu yapılan işgal güçlerine karşı savaşımının yanında
esas mücadelesini Padişah Yanlılarına karşı vermiştir. Mücadele bu anlamıyla
hem bir ihtilal hem de bir yurt savunması niteliği taşımaktadır.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
- Türk Devrim Tarihi - Toktamış Ateş - 2010
- Türkiye Tarihi - Cem Yayınları - 2000
- Atatürk ve Aydınlanma - Kemal Arı - 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder