İnsanın kendi canına kıyması,
dayanılmaz hale gelen acınası yaşamını kendi elleriyle sonlandırması yada öteki
hayatın beklentileriyle bu hayattan diğerine geçmeyi dayanılmaz biçimde
arzulaması; belki de bunlar intiharın en edebi anlatımları olabilir. Ancak
büyük edebiyatçılardan, adını tarihe geçirmiş ünlü sanatçılara; batıl bir
inancın itikatlı müritlerinden, dünyayı yerinden oynatan manyaklara kadar intiharı
seçenlerin çeşitliliği dikkat çeker. İnsan hayatının bir gün sonlanacağı
gerçeği değiştirilemez bir olgu iken bu gerçeği alaşağı eden belki de yegane
insani güç intihardır. İnsanların neden yaşam yerine ölümü seçtiği
psikologların, sosyologların ve tıpçıların uğraşı, ben ise sizlere intiharın
tarihinden bahsetmeye çalışacağım.
İnsanların ne zaman kendilerini
öldürmeyi, kendi hayatlarını kendileri sonlandırmayı seçtiklerini ne yazık ki
bilemiyoruz. Zira ölüm en az yaşam kadar kadim bir konudur. Yaşamın başladığı
andan itibaren ölüm tarihin yada kaderin ironik bir şakası gibidir. Siz
unutsanız dahi o sizi unutmaz. Afrika savanalarında, Asya düzlüklerinde yada
Avrupa sırtlarında yerleşen ilk insanların dahi ölüm üzerine düşündükleri, ölüm
sonrası hayat için kendilerinden büyük tanrılar ve dinler edindiklerini
biliyoruz. Ancak bugünkü dinlerin aksine antik dönemde insanlığın ve sahip
oldukları tanrıların intihara yaklaşımı çok farklıdır.
Bugün neredeyse bütün yazıtları
batılılarca çözülmüş olan Antik Mısır’ın kadim yasalarında intiharın yasak
olduğuna dair herhangi bir kayda rastlanmamıştır. Aksine Mısırlılar fiziksel
yada duygusal muarızların karşısında insanların kendi hayatlarını
sonlandırmasını asil bir davranış olarak görüyordu. İtaatsizlik karşısında
hükümdarın kişilerin canını alması ise şehitlik mertebesinde değerlendiriliyor
ve o kişinin yakınları şehidin ölümden sonraki yaşamı için üzüntü duymuyordu.
Antik Mısırlılar gibi Romalılar ve Yunanlılar da intiharı yasaklamamışlardır.
Ta ki Sokrates ortaya çıkıp insanların tanrılara ait olduğu o yüzden kendi
yaşamları üzerinde tanrıların aksine söz sahibi olmadıkları iddia edene kadar.
Sokrates’in bu ahlakçı yaklaşımı oldukça erken bir dönemde intihara karşı
açılan en büyük savaşı başlatmış oluyordu.
Sokrates’in aksine ise hazcılığı
ve yaşamı kutsayan büyük filozof Epicurus intiharı soylu bir yaşamı sonlandırma
biçimi olarak tavsiye ediyordu. Takipçilere daima yaşamdan haz alınacak erdemli
davranışlar sergilemesi öğütleyen Epicurus, eğer yaşamdan artık haz
alınamayacağı anlaşıldığında kendi elleriyle sonlandırmayı da öğütlemişti.
Epicurus 72 yaşında böbrek taşından ölürken insanların kendi yaşamlarını
kendilerinin alması gerektiğini düşünen Sokrates ise kaderin acı bir cilvesi
olarak yargılanmış ve baldıran zehri ile kendisini öldürmesine karar
verilmiştir. Sokrates yargılanması sonunda öğrencilerinin ısrarına rağmen
kaçmamış ve kendisini öldürmüştür. İntiharı ilk kez ahlaki değerlerle
yargılayan büyük filozofun kendi kendisini öldürmekle sonuçlanan bir
yargılamaya muhatap olması da ayrı bir ironidir.
Romalıların bürokratik tıp
kurumlarında ise intihar doktorların hastalarına kimi zaman tavsiye ettiği bir
sondu. Zira eldeki verilere göre tıp eğitimi veren Roma okullarında bir
hastanın nasıl intiharına yardımcı olunabileceğine dair ders kayıtlarına
rastlanmıştır. Bugün dahi örnek alınan Roma hukukunda intiharın suç olarak yer
almaması da ilginçtir. Romalı vatandaşlarında aralarında hastalık taşınmaması
için sevdiklerini dahi kimi zaman intiharı tavsiye ettiği bilinmektedir.
İntiharın ölümün sadece bir çeşidi olduğu inancı gelişmiştir. Daha sonra Roma’nın
da sonunu getirecek olan Hıristiyanlığın yaygınlaşmasına kadar bilinen dünyada
intiharın sıradan bir hayalet olarak ölüm ile kol kola şehirlerin ve köylerin
caddelerinde dolaştığı söylenebilir.
İsa’nın Kudüs’teki muktedir
Yahudi din adamlarına karşı yürüttüğü başkaldırının bürokrasiyi elinde sonunda
harekete geçireceği açıktı. İsa birer birer Tapınak’taki kurban kesicileri ve
bağış toplayıcıları dağıtmak istediğinde karşısında önce o küçük adamların
beslediği büyük adamları, ardından da Romalı ceberut bir komutanı bulacaktı.
İsa’ya verilen acıklı ölüm kararında Yahudi din adamlarının mı yoksa Romalı
komutanın mı daha çok günahı olduğu tartışmanı Kilise’ye bırakalım ve İsa’nın
ölüm karşısında takındığı mutedil tavrın nasıl takipçileri etkilediği anlatmaya
çalışalım. Zira İsa sadece sol yanağına tokat atana sağ yanağını göstermiyor,
ölüm kararına karşı direnmek yerine kendi hayatının sonlandırılmasını dini bir
efsane dönüştürüyordu.
İsa büyük yürüyüşü sırasında, en
ufak bir pişmanlık ve kızgınlık göstermemiş, inancı ve yaşamı için ölmeyi
erdemli bir düşünür gibi yüceltmiştir. İsa’nın takipçileri de daha sonra Kudüs’teki
dini ve idari otoritelerin kendilerini her sıkıştırdığında intihar etmeyi de
tercih etmişlerdir. Zira intihar hem inançlarının şanlı bir son duruşu hem de
otoritelerin zulmünden onurlu bir kaçışı simgeliyordu. İsa’nın takipçilerin
intiharı ardından yaşanan büyük cenaze törenleri ise Kudüslüler üzerinde büyük
bir etki yapıyor. Mesih’in takipçileri giderek artıyordu. İntiharların
sıklaşması ve cenaze törenlerinin propaganda işlevi görmesi Yahudi din
adamlarının dikkatin kaçmadı. Dini bir metinde intiharın konu edilmesine işte
tam böyle bir zamanda rastlıyoruz.
İsa’nın henüz sadece sıradan bir
Yahudi mezhebi olduğu ve İsan’nın tanrısallaştırılmadığı bu dönemde
Hıristiyanların cenaze törenlerini Yahudi din adamları yönetiyordu. Yahudi
geleneğinin İsa’nın takipçileri arasındaki etkisi büyüktü. İşte Yahudi din
adamları bu etkinin de verdiği güçle, İsa’nın ölümünde en büyük pay sahibi
Judas’ın yaptığı gibi suçluluk duygusuyla intihar etmenin onurlu bir tarafı
olmadığını söyleyiverdi. Bu bütün dinler
tarihini baştan yazacaktı. Artık bu andan sonra intihar etmenin ahlak yada
erdem ile yan yana gelemeyeceği açıktı. Judas’ın hayaleti bu kez intiharın
erdemiyle anılmaya başlanacaktı. Hıristiyanlık kurumsal bir kimlik kazanması
Roma bürokrasisi ile hasbihal olmasıyla gerçekleşir. Gerçekten ilk Romanlı
Hıristiyan azizlerden Konsantin’in ilk Hristiyan hükümdar olması ve daha sonra
hızla güçlenen Kilise Hıristiyanlığı bir Yahudi mezhebi olmaktan çıkarıp
bağımsızlaşması ile sonuçlanmıştır.
Hıristiyanlığın giderek
bağımsızlaşması ve Kilise’nin artan gücü intihara karşı kadim bakışın da
değişmesine neden olur. Cennetin krallığını yeryüzüne indirmeyi kendine şiar
edinen Kilise inanların Judas’ın yolunu değil İsa’nın yoluyla iştigal etmesini
amaç edinmiştir. Kara derili Aziz Augusitine bugün bizim anlamda Batılı
yorumuyla Hıristiyanlığın temellerini atmıştı. Aziz Paul’dan sonra
Hristiyanlığın en büyük mimarlarından olan Augusitine kutsal metinlerinde
intiharı günah olarak yorumlamıştır. Bu yorum artık tek tanrılı dinlerin
intihara bakışının geldiği yegane sonuç olarak konuyu noktalamıştır. Bu yorum
Hıristiyanlığı öyle etkilemiştir ki ilk Hıristiyanlardan intihar ettiği bilinen
azizlerin azizlik unvanları geri almıştır. İntihar edenlerin cenaze törenleri
düzenlenmesinin yasaklanması da aynı döneme rastlar, artık sevenleri kendi
canlarını alan kimselere uygun bir törenle veda edemeyeceklerdi.
İntiharın bir günah olarak
yerleşmesi, intihar edenlerin lanetlenmeleri ve cenaze töreninden mahrum
edilmeleri toplumun intihara bakışını artık geri dönülmez bir biçimde
değiştirmiştir. Artık intihar vakaları erdemli bir mutedillikle değil utanç ve
korkuyla karşılanmaya başlanmıştır. Arapça çevirilerin Batıya ulaşması,
İstanbul’un Müslümanlarca ele geçirilmesi ve ilk Aydınlanma hareketleri ile
birlikte Yunan klasiklerinin Hristiyan kaynaklarına girmesiyle Sokrates’in ve
Platon’un ahlakçı yaklaşımları ve intiharı tanrıya karşı işlenmiş bir suç
olarak ele alan yorum da Hıristiyanlığa kazandırılır. Ancak bu kazanımdan çok
önce ortaçağda intihar tiksintiyle özdeşleşir. Öyle ki artık intihar edenlerin
tanrı tarafından lanetlendiğine inanılır. İntihar edenlerin cenaze törenleri
yapılmadığı gibi cenazelerine de sahip çıkan bulunmazdı. Çünkü intihar geride
kalan akraba ve sevenleri için bir utanç kaynağı idi.
İntihar edenlerin cansız
bedenleri çoğu zaman orada yaşayanlar tarafından iğdiş edilir, sokaklarda
hunharca gezdirilir ve en sonunda ibret alınması için şehrin meydanındaki çöp
yığınları arasına bırakılırdı. Eğer kendini öldüren şahıs daha öncesinde
bilinen tanınan, toplumun muteber bildiği bir kişiyse bedeninden kafası
ayrılır. Şehir kapılarına artık bu kişinin hiçbir itibarı kalmadığı anlaşılması
için kafası çivilenirdir. Şehre gelenler tanınmış bu kişinin böylece rezilce
son bulan yaşamına lanet ederdi. İntihar öyle kötü bir üne kavuşmuştu ki
Ortaçağın kendinden mesul yöneticileri (ki çoğu zaman din adamlarıyla birlikte)
intihara teşebbüs edenleri yargılar, sorgular ve acımasız yöntemlerle
cezalandırırdı. Böylece, yargılama kayıtlarına intiharın ilk girdiği dönemde
ortaçağdır.
Rönesans, Reform ve takiben gelen
aydınlanma ile birlikte bir yandan intihara karşı Yunan klasiklerinden
tartışmalar ve Sokrates’in ahlakçı bakış açıları Hıristiyan dünyasını
etkilemeye başlamışsa da matbaanın ortaya çıkardığı din adamları ve yönetici
sınıfları dışındaki okuryazarlar kadim metinleri sorgulamaya da başlarlar.
Kilisenin otoritesini bir yandan Sokrates ve Platon gibi klasik filozofların
ahlakçı ve erdemi yükselten bakış açılarıyla sağlamlaştırılmaya çalışılıyorsa
da Aritoteles ve Epicurus gibi kafası karışık düşünürlerin hayatı ve erdemi
sorgulayan metinleri de aydın sınıfının doğmasına neden olur. Ortaya çıkan bu
yeni okuryazar kitle Kilise’nin doktrinlerini ve kutsal metinlerini kendi dillerinde
okumaya ve sorgulamaya başlar. Matbaa ile milyonlarca basılan İncil artık
Kilise’nin tekelinden çıkar.
Ancak yine de bu etki intiharın
bir tabu olarak dini metinlerdeki yerinin uzun bir süre sorgulanmasına yol
açmaz. İntihar önce sanatta, edebiyatta ve akademide incelenmeye başlanır. İlk
aydınlanmacılar ve romantikler intihara yol açan psikolojik ve sosyolojik
nedenleri araştırmaya başlanır. İntihar artık yeni ortaya çıkmaya başlayan
bilimlerin konusunu oluşturmaya başlar. Edebi metinlerdeki intiharın dramatik
kurgusu insanları yürekten etkiler. Toplumun ve aydınların intihara bakışı
edebiyattaki sanatsal öğelerle ortaya çıkar. Melankolinin tıbbi bir rahatsızlık
olarak tedavi edilmeye çalışıldığı bir yüz yıl öncesine göre on yedinci
yüzyılda artık edebi yaratının temeli olarak melankoli yüceltilmeye başlanır.
Artık romantik eserler kapıdadır. Neredeyse bin yıl süren bir aradan sonraya
yeniden intiharı olumlayan bir metin ilk kez on yedinci yüzyılda ortaya çıkar.
Tarihi bir hınzırlık sonucu
ortaya çıkan İngiliz Kilisesinin asi çocuğu Thomas Moore’un belirli şartlar
altında intihara sıcak bakması ise artık bölünerek güç kaybeden Hıristiyanlığın
ne hallere düştüğünü ortaya koymaktadır. Elbette Moore’un görüşü bütünüyle
Kilise’yi yansıtmamaktadır. Ama yine resmi unvanlı bir din adamının intiharı
lanetlememesi büyük bir olaydır. Zaten Moore da intiharı ancak belirli şartlar
altında günah olarak kabul etmemektedir. Auguste Comte’nin kurduğu ve Emile
Durkheim’in omuzları üzerinde yükselen sosyoloji intiharı toplumsal bir olgu
olarak bilimsel çalışmalara konu etmeye başlar. Freud’un dehası ile adını tarihe
kazıdığı psikanaliz ile intiharın bireysel nedenselliği de ortaya konulur.
On dokuzuncu yüzyıl bir devrimler
ve cumhuriyetler dönemidir insanlığın ortak hikayesinde Fransız baldırı
çıplaklarının görüşleri dünyayı kasıp kavurur. Pıtrak gibi ardı ardına kurulan
cumhuriyetler neredeyse birbirinin aynısı yasaları yürürlüğe koymaya başlarlar.
İntiharın bir suç olarak yasalara girmesi de böylece tamamlanır. On dokuzuncu yüzyılın
siyasal devrimleri sürer giderken sanatçılar, siyasetçiler ve yazarlar arasında
intihar, romantizm yada büyük olasılıkla melankolinin yan etkisi olarak ağır
sonuçlar verir. İntihar gözlenen tarihi gelişmelere rağmen hiç durmaz.
Yaşanmaya toplumda ve bireysel yaşam öykülerinde yerini alır.
Yirminci yüzyıl sanayinin modern
toplumlara evrilmesiyle tanımlanabilir. Bu evrim sırasında modernleşme ve
toplumun kendini bütün kurumlarıyla kendini yenilemesi muazzamdır. Hızla
gelişen teknoloji, henüz sonuçlarından bir haber olduğumuz çevresel sonuçlarına
rağmen, öykünülesi bir değişimin ortaya çıkmasına neden olur. Toplum,
toplumları yöneten siyasi düzenler, o düzenlere ait teoriler ve o kuramları
savunan devasa kurumlarıyla neredeyse tarih yeniden süzgeçten geçirilir. Batıcı
fikirler doğuya kadar uzanır, iletişimin artmasıyla, küresel değişimler çağı
başlar. Dünya giderek insanlığın elinde bir köye dönüşür. Artık keşfedilmeyecek
bilinmezlikler, yazılmayacak öyküler ve anlatılmayacak destanlar kalmayana dek
dünya türümüzce ele geçirilir. Modern şehirler, sanayi, üretim, iletişim ve
teknoloji sınıfları, kültürleri ve elimizle inşa ettiğimiz tarihi mirası yerle
bir etmeye başlar.
Modern dünyanın çıkmazlarına
karşı yaşam yine kadim dostu ölümle omuz omuzadır. Modernite yücelttiği yaşamın
karşısında çaresizce ölümü aramaktadır. Yükselen hayat standartlarına, epikürcü
bütün haz arayışlarının tatminine rağmen ölüm haşmetiyle aramızda gezmeye devam
etmektedir. Bilim, sanat, din yada toplum ne yapsa da intiharın önüne geçememektedir.
Büyük düşün insanları, düşünceleriyle dünyayı sarsan düşünürler, sanatları ile
akıllara ve duygulara hükmeden sanatçılar ve kimi dehşet saçan manyaklar ölümü
bir yol olarak hala görebilmektedir. Deha ile delilik arasındaki çizgi
incelteli beri Freud hayatımızı alt üst ettiği yetmezmiş gibi intiharı bilimsel
bir temele oturtuyordu. Modern toplum, bireylerin intiharı ile sarsılmaya devam
ediyordu. Değişimden ve dönüşümden nasibi Kilise de alır. Yeni Papa’lar artık
devrimciler karşısında daha temkinlidir.
1983 yılında beklenmedik bir geri
çekiliş yaşanır. Papanın temsil ettiği Roman Katolik Kilisesi intihar edenlere
cenaze töreni yapılmasını engelleyen kadim yasayı lağveder. Artık intihar
edenler de uygun bir cenaze töreni ile gömülebilecektir. Modern yaşam
standartları artık intihar ile yüzleşmektedir. Toplum ortaçağda intihar
edenlere gösterilen acınası ve iğrenç tavrı artık göstermemektedir. İntiharın
genel olarak belirli şartlar altında mazur görülmesi gerçeği de kendisini daha
da pekiştirmektedir. Modern yaşamın daha da yaygınlaştırdığı kitlesel
hastalıklar karşısında, artık tedavinin mümkün olmadığı anlarda hastaya kendi
yaşamına son verme seçeneğinin sunulması tartışılmaya başlanır. Günümüzde ABD
dışındaki batılı toplumlarda giderek yaygınlaşan bir görüş birliği oluşmaya
başlamaktadır. İntiharın ancak hastaya tedavinin kar etmediği son bir seçenek
dahi olarak toplum gözünde hak ettiği değeri elde etmesi bir şeydir.
Batının bayraktarlığını son bir
yüzyıldır yapmasına rağmen ağır muhafazakar toplumsal baskılarla boğuşmayı
sürdüren ABD’de dahi bazı eyaletler tanınan ötenazinin eninde sonunda intiharın
insanlığın kadim alışkanlıklara dönülmesine katkı sağlayacağını düşünüyorum. Elbette
ki intihar fikrine çok sıcak bakmıyorum. Ancak insanlığın yukarıda özetlemeye
çalıştığım intihar ile olan bağını düşündükçe bu kadim alışkanlığımızın bugün
bu kadar yadsınmasını anlamsız buluyorum. Özellikle bizim de dahil olduğumuz Müslüman
toplumda bu konunun bir tabu olmaktan çıkmasını ve açık taraflarıyla
tartışılmasını daha sağlıklı buluyorum.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
- https://en.wikipedia.org/wiki/History_of_suicide
- http://durkheim.uchicago.edu/Summaries/suicide.html
- http://soars.org.uk/index.php/history-of-suicide/a-brief-history-of-suicide
- http://www.theguardian.com/books/2014/jan/27/stay-jennifer-michael-hecht-review
- http://crouchfoundation.org/history-of-suicide.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder