Türkiye’de Sekiz Mart ve Tarihsel Bir Bakışla Çaresizliğimiz


Kadın hareketinin büyümesi ve kadınlık bilincinin yükselmesi sosyalist hareketlenmeden bağımsız değerlendirilemez. Zira, Aydınlanma fikrinin beslediği ilk Feministler siyasal katılım mücadelesini toplumsallaştıramamışlardı. Kapitalizmin batılı ülkelerde giderek ezici sonuçlar doğurması, Marx’ın görüşlerinin işçi sınıfı ve ilerici aydınlar tarafından daha iyi anlaşılması ile sonuçlanıyordu. Yirminci yüzyılının başlarında görülmeye başlanan ilk işçi hareketleriyle başat kadın hareketi de Sosyalistlere öykünerek örgütlenmeye ve temsil kudretlerini güçlendirmeye başlamıştı. İkinci Enternasyonel’de kadın artık bir "sınıfsal kütle" olarak temsili için mücadeleye girişmişti. İlk feministlerin cesaretli çırpınışları ardından sonra şimdi de işçi hareketi ile kadın hareketi arasındaki dayanışmaya gidilmiş, kadın; özgürlük mücadelesinde yanında proleterleri bulmuştur.

Kadınların savaş sonrası dönemde edindiği proleter kimliği nedeniyle; Sosyalist hareket içinde, kadın hareketi her zaman güçlü bir kanat olagelmiştir. Öte yandan Avrupa’daki hareketlilik bir yana kadınların ABD’deki mücadeleleri de dünya kadınlarına ilerici örnekler göstermiştir. ABD’de yüzyılın başında kurulan ilk sosyalist partiler içinde kadınlar da aktif roller almış ve eşitlik, özgürlük kavgalarını işçilerle omuz omuza vermişlerdir. Avrupa’daki güçlü kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin ve diğer Alman feministleri ABD’dekine benzer bir kadınlar gününün belirlenmesini İkinci Enternasyol’e teklif etmişlerdi. Zira ABD’li Amerikan Sosyalist Partisi 28 Şubat’ta öteden beri geçen yıllarda gerçekleştirilen protestoları anmayı adet edinmişti.


Zetkin ve Alman sosyalistlerinin İkinci Entarnasyonel’e sundukları tekliflerinde özellikle bir tarih belirtilmemişti ama 1911’de ilk kadın günü kutlamaları 19 Mart tarihinde gerçekleştirildi. Bu tarih birçok Avrupa ülkesinde yürüyüşler ve protestolar ile kutlanmıştı. Avusturya, Danimarka, Almanya, İsviçre ve Paris komününde kadınlar pankartlar ve sloganlar ile yürümüşler, hemcinslerini bilinçlendirmek için dikkat çekmeye çalışmışlardır. İlk talepler oy kullanma ve kamu hizmetine girme hakkı olmuş, hep bir ağızdan ücret eşitsizliğine isyan edilmiştir. Sosyalisler ile Feministler'in oraklığı gerçekleşmeyecek gibidir. Zira İkinci Enternasyonel, kadın hareketine karşı soğuk davranmış ve Sosyalizm'in ayrıca kadın sorunlarına karşı bölünmesine karşı çıkmıştır. Entarnasyonel’in bu tavrına rağmen kadın hareketi yürekli mücadelesine cesaretle devam etmiştir. 

İkinci Entarnasyonel'den bir yıl önce İngiliz Avam Kamarası'na dayanan kadın protestocuları zorla uzaklaştıran İngiliz Polisi yüzden fazla kadını tutuklamış ve kadın hareketini zorla bastırmaya çalışmıştı. 1913’te ise Kral’ın ayakları altına kendini atan Emily Davison hayatını kadın hareketine dikkat çekmek için yitirir. Yine Rusya’daki ilk yürüyüşler de aslında Sovyet devriminden önce gerçekleştirilmiştir. Rus feministleri de ABD’li hemcinsleri gibi Şubat ayının son Pazar günü kadın sorunlarına dikkat çekmek için yürümeye ve gösterilen yapmaya başlamışlardı. Ancak Rusya’nın Julyen takvimi kullanması nedeni ile Rusya’daki kutlamalar Gregoryen takvimde 8 Mart’a denk geliyordu. 1913 ve 1914 tarihlerinde ise kadın gösterileri savaş karşıtı protestolarla da birleşmeye başlar. Sovyet devriminden sonra ise Sosyalistler 8 Mart tarihini artık gelenekselleştirirler. 

1917’den sonra Sovyet kadınları “Ekmek ve Barış” için yürüyüşlerini her sene tekrarlamaya başlar. 1918’de İngiltere, Almanya, Avusturya, Litvanya ve Polonya’da kadınlara oy kullanma hakkı tanınır. Talepler arttıkça kadınlar ilk kazanımlarını da elde etmeye başlamıştır. Çin, İspanya ve Çek kadınları da Sovyetler ile birlikte bu tarihte iş bırakıp kadın sorunlarına dikkat çekmek için yürüyüşler düzenlemişlerdir. Çin devriminin ardından Çin komünist hükumeti de 8 Mart’ı tanır ve çalışan kadınların kutlamalar için iş bırakmalarına izin verir. Batı ülkelerinde kadın hareketi mücadele ile kazanımlarını peyderpey kazanmakta ve ilerlemektedir. 60’lı yılların özgürlük talepleri ile birlikte kadın hareketi tekrar alevlenir, batıdaki toplumsal kalıplar yıkılmaya ve bireylerdeki ahlaki ve dini tabular kırılmaya çalışılır. Özgürlük talebiyle cinsiyet mücadelesi hız kazanır. 1975’te BM öncülüğünde ilk uluslararası kadın konferansı Meksika’da toplanır. 8 Mart burada "Uluslararası Kadınlar Günü" olarak kararlaştırılır. 1977’de Birleşmiş Milletler genel kurulunun 8 Mart’ı Uluslararası Kadınlar Günü olarak ilan etmesiyle de 8 Mart uluslararası bir geçerlilik kazanır.

8 Mart 1977 BM "Uluslararası Kadınlar Günü" ilanı

8 Mart’ın tarihi kısaca böyle iken günümüzde kadın hareketi açısından bu günün hala bir önemi var mıdır? Ya da "post-modern" çağın değerleri soysuzlaştıran tüketim alışkanlıklarında, geçtiğimiz yüzyılın kazanılmış savaşlarının yasını tutmak ne kadar anlamlıdır diye sorabilir miyiz? Günümüzün iletişim fetişisti toplumunda değerlerin giderek artan bir hızda aşındırılması birçok konuda olduğu gibi özellikle az gelişmiş toplumlarda büyük yaralara sebep olmaktadır. Sadece teknolojiye sahip olmanın gelişmişliğin bir emaresi olamayacağı, bu durumun gelişmiş batı toplumlarının modası geçmiş teknolojik oyuncaklarına alternatif bir pazar olmak gibi bir kaderler sonlanacağı açıktır. Kadın, batıda bugün iki yüzyıl öncesinin sorunlarıyla ile cebelleşmiyor, doğru, peki ya doğuda? Hadi doğulu kadının varlık sorunları batı tarafından görmezden geliniyor diyelim, peki batılı kadınların günümüzde hiçbir cinsiyet meselesi kalmamıştır denilebilir mi? 

Yine de büyük atılımların gerçekleştiği, kadınların sorunları konusunda yasal ve düşünsel birçok kazanımın elde edildiği su götürmez bir gerçektir. Artık batılı kadın siyasal, ekonomik ve fiziki sorunları için ölümüne bir savaş vermek zorunda değildir. Genel oy ilkesi, eşit ücret, çalışma koşullarında fiziksel yeterlilik, bedensel mülkiyet, cinsel tercihlerin özgürce ifadesi ve benzeri birçok ilerici adım artık batılı kadın için kazanılmıştır. Ancak ne yazık ki verdiğim bu örneklerin tamamını doğulu ülkelerde (ya da az gelişmiş ülkelerde) [veya Müslüman toplumlarda] görememekteyiz. Doğuda kadın mücadelesi yarım kalmış, kadın özgürlüğüne kavuşamamıştır. Hoş batılı kadının da iki binli yıllardan bu yana gösterdiği sessizlik de kendisine çok pahalıya patlamış, çalışma yerlerinde kadın sömürüsü, medyanın ve toplumun kadına olan sapkın cinsel bakışı ve karar alma mekanizmalarında kadına uygulanan ambargo hızla artmıştır. Doğuda yarım kalan mücadelenin nedenleri üzerinde durmanın önemine inanmaktayım.

Zira içinde yaşadığımız ülke doğulu, Müslüman ve gelişmemiş bir ülkedir. Doğuludur zira bütün sahte kapitalist görünüme karşın yarı-feodal aile ilişkilerini ve erkek egemen düşünce yapısını sürdürmektedir. Müslümanlığı başka inançlara ve yaşam şekillerine saygı gösterecek bir biçimde yorumlayamamış, dini ve ahlaki zorbalığı toplum yaşantısından atamamış ve sözde laik yasalarına rağmen inanç dışı bir düşün dünyası kuramamış olması nedeniyle yazımıza konu olmaktadır. Gelişmemiştir çünkü 1980 darbesi sonrası ülkenin dış pazarlara açılması, Avrupa Birliği ile artan ticareti ve bireysel mülkiyetin aşırı yorumlanması nedeniyle kapitalist “gibi” görünmesine rağmen aklen şehirleşememiş, eğitimini medenileştirememiş, kaba, görgüsüz ve gittikçe cahilleşen bir nesil yaratarak kördüğümsel bir gelişmemişliğin esiri olmuştur.


Türkiye’nin idari, ekonomik, kültürel ve teknolojik gelişmişliği günümüzün artan ticari hareketliliğine rağmen hala batının gerisindedir. Çünkü Türkiye bütünüyle batılı “gibi” olma iddiasına rağmen batının doğulu ucuz bir kopyasından başka bir şey değildir. Kendi yaratımı, kendi üretimi, kendi kazanımı hiçbir şey yoktur. Batının icatlarını tüketmekle batılı olunmayacağı gibi batının icatlarını ülke içinde montaj etmek de sanayimizi batılı yapmaz. Türkiye'nin doğulu kimliği ne yazık ki açıkça tanımlanmadıkça kadınların meseleleri dahil hiçbir mesele açık yüreklilikle konuşulamıyor, tartışılamıyor. Bütün bunların yanında Türkiye'nin kendi içindeki diğer siyasi sorunları da kadın hareketinin kapsamlı bir çözüme kavuşturulmasına engel oluyor. Kürt sorunun yarattığı siyasi dalgalanmalar, Kürt kadınlarının şehirli diğer kadınlardan ayrılan sorunlarının gündeme gelmesine ne yazık ki engel oluyor. Kürt kimliğini denklemden çıkaramayınca, Kürt kadını üzerine her konuştuğunuzda Kürt sorunu üzerine konuşmuş olarak algılanmaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Doğulu toplumların içindeki kadınların durumu ortada iken yukarıda gelişimini vermeye çalıştığım Sekiz Mart’ın toplumumuzda ve kadınımızda nasıl bir anlam ifade ettiği önemlidir.

Türkiye’de sosyalist ve feminist grupların 1920’lerden bu yana organize olmasına rağmen 1975’de BM’nin kararı ile birlikte 8 Mart daha kitlesel kutlamalara tanıklık etmiştir. 60’ların yükselen özgürlük talebi de Türkiye’de feminist hareketlerin canlanmasına neden olmuş 1980 darbesine kadar artan bir bilinçlenme kadınlar arasında gözlenmiştir. Darbe ve sonrası yıllarda İslami ve despot esaslar etrafında yeniden şekillendirilen ülkemizde kadın hareketi bastırılmaya çalışılmıştır. Kadın hareketinin doksanlar ile birlikte (özellikle de 1987’de siyasi yasakların kalkmasından sonra doksanlar ardı ardına kurulan siyasi partiler ve dernekler ile hızlı bir aktif döneme şahit olur.) yeniden canlanmaya başladığı, kadın dernek ve vakıflarının hızla kurulduğu görülür. Bir yandan da üniversitelerdeki çalışmalar ve etkinlikler yeninden işlerlik kazanmaya başlar. Ancak bütün bunlara rağmen Türkiye ve içinde bulunduğu doğulu toplumlarda 70’lerden sonra kadın hareketi her geçen gün mevzi kaybetmeye ve değer yitirmeye devam eder. 

Özellikle benim üzerinde durduğum nokta, doğulu toplumların özgünlükten yoksunluklarıdır. Gerek feminizm gerek ise diğer bütün sosyal bilim çalışmalarında toplumumuz ve içinde yer aldığımız doğulu halklar ailesi yüzyıllardır batıdan ayrıt bir düşün düzlemi yaratamamıştır. Bu nedenle de çeviricilikten öteye gidilememiş ve sadece batı düşünü takip edilmekle yetinilmiştir. Bu da batılı aydınların (yazının konusunu oluşturan feminist düşünürlerin) üretimiyle büyüyen kadın hareketinin talepleri kendi toplumları için karşılandıkça feminizm batı için artık birincil konumunu yitirince sadece onlarla beslenen doğulu feministler çevirecek bir şey bulamayıp mevzi kaybetmişlerdir.


İkinci nokta ise yine doğulu aydının özgünlükten yoksunluğunun bir devamı olarak halktan kopukluğudur. Diğer bütün ilerici hareketler gibi doğulu feministler de kendi doğdukları topraktan beslenmek yerine sadece batıdan çeviriler ile yetinince halk ile aralarına aşılması güç duvarlar çekmişlerdir. Doğulu aydın tipolojisinin genel bir çizgisi olarak kendi toplumundaki sorunları görmezden gelen feministlerin toplumsallaşmasına engel olmuştur. Doğulu feminist hareketin sadece batılı yazarların teorik tartışmalarını çevirmekle yetinmesi, kendi kadınlarının sorunlarını tetkik etmemeleri ve doğulu toplumların kendi iç dinamiklerini gözeten çözüm yolları yaratamamış olmaları, doğulu kadınların sorunlarının çözümünün günümüze kadar uzamasına neden olmuştur.

Üçüncü nokta da hiç şüphesiz Sovyetlerin dağılmasından sonra sosyal bilimlerde ve kültürümüzde yaşanan tek-tipleşmedir. Dünyadaki diyalektiğin en önemli kaynağı olarak ikincil bir dünya kavrayışının siyasi başarısızlık nedeniyle kaybedilmesi, düşünce dünyamızın giderek renklilikten yoksun bir görünüm kazanmasına neden olmuştur. Sovyetlerin kendi içindeki problemlerine ya da sosyalizmin bilimsel eleştirisine girmeden salt bir alternatif olarak dahi batı kapitalizmi dışında ikincil bir limanın olmaması gerek batıda gerek ise doğuda acı sonuçlara neden olmuştur. Alternatifsizlik sorunu sosyalist düşüncenin yarattığı sorunlardan dahi fazladır. Ancak bu acı sonucun gelişmemiş doğu toplumlarındaki yansımaları daha vehimdir. Zaten özgünlükten uzak olan üçüncü dünya, ikinci dünyanın yıkılmasıyla, birinci dünyanın renksiz, bayağı ve aşağılık bir replikası olmaktan, ne yazık ki, kurtulamamıştır.


Bu üç nokta göz önüne alındığında doğuda yaşanan gerilemenin post-modern dönemlerde yükselen teknolojik hareketliliğe rağmen giderilememesi sorunun ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Sorun o kadar derindir ki doğuda batının aksine bir gelişimin görülmesi için gereken zaman, bir insan ömrünü hayliyle zorlamaktadır. Doğunun yaşadığı bütün sorunları bu üç nokta ışığında doğulu aydına bakılmaksızın çözülemez diyebiliriz. Feminizm de böyledir. Böyle olunca da batılı Feminist aydınların ve örgütlerin büyük mücadeleler sonucunda elde ettikleri nice şanlı zaferin devasa bir kutlaması olması gereken “8 Mart” ülkemizde ve diğer bütün doğulu toplumlarda hiçbir anlam ifade etmemektedir.

8 Mart’ta kutlanması gereken kadının sosyal ve siyasal eşitlikleri elde edilmemiştir ki Türkiye’de ve doğuda kültürel ve toplumsal eşitliliklere sıra gelsin. Bugün batı, son yirmi yıldır neredeyse, toplum yapısında ve kültürel dünyasında yer alan eşitliği zedeleyici zehirleri temizlemeye çalışmakta ve geçen yüzyılın acı dolu geçmişinden elde edilen siyasal haklarını sonuna kadar kullanmaktadır. Öyle ki batılı kadının 8 Mart’ta kutlayacağı siyasal hakları sayesinde bugün ihtiyaç duyulan birçok yenilik büyük kitlesel dalgalanmalara dahi gerek kalmadan çözülebilmektedir.

Türkiye'nin ve diğer bütün doğulu (ya da Müslüman, ya da gelişmemiş) toplumlardaki feminist grupların 8 Mart’ta kutlayacağı hiçbir şey bulunmamaktadır. Sekiz Mart’ta ancak kendi yoksunluğumuzun ve yoksulluğumuzun ayıbı içinde utanç yürüyüşleri yapabiliriz: hala töre cinayetlerini engelleyemediğimiz için, hala kadına bedensel özgürlüğünü sağlayamadığımız için, hala cinsiyetler arası ücret eşitliğini beceremediğimiz için, hala kadının siyasal katılımını ”neredeyse Avrupa’nın tamamından daha önce seçme/seçilme hakkının tanınmasına rağmen” sağlayamadığımız için, hala kız çocuklarının eğitimi sorununu bitiremediğimiz için, hala medyada ve kültürde kadına karşı beslenen hastalıklı bakışı engelleyemediğimiz için.


Dr. Selahattin ÖZKAN




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder