Türkiye’de Değişim, Cinsel Kimlik ve Kadın


“Eski Türkler hem demokrat hem de feminist idiler.” Ziya Gökalp’a ait bu söz ne kadar iddialı görünmekte bu topraklarda yaşamış ve yaşamakta olan halklar göz önüne alındığında. Toplumumuz sınırları içerisinde, günümüz koşullarında ne kadar yaşam şansı bulabildiği göreceli olarak yorumlanabilecek olan cinsel kimliklerin oluşumunda fizyolojik, biyolojik ve genetik etkilerin varlığı hiç kuşkusuz sosyal sınıflandırmaların cinsel kimlik üzerindeki etkisi yanından önemsiz kalacaktır. Kişinin biyolojik olarak varlığını hissettiği anlamın çok ötesinde bir anlam yüklenen, cinsel kimlik; birçok toplumsal kurumun temelinde yatan varsayımların oluşmasında etken olarak kabul edilebilir.

Bireylerin erkek ya da kadın olarak ayrıştırılmadığı neredeyse herhangi bir din bulunamaz. Bir siyasal ideolojinin hitap ettiği kitleyi erkekler ve kadınlar olarak ayrıca görevler biçmediği düşünülebilir mi? Ekonominin toplumdaki kıt kaynakların paylaşımının nasıl yapılacağı sorunsalı üzerinde düşünürken bireylerin erkek ve kadın olarak ayrı ihtiyaçları olduğu, bu yüzden kaynakların da çeşitleneceği varsayımda bulunmasından daha doğal ne olabilir. Hemencecik akla geliveren bu ve benzeri düşünceler bize şunu göstermektedir ki sosyal bilimlerin en temel varsayımlarından bir tanesinin toplumun erkek ve kadınlardan oluştuğudur. Ancak bu kadar temel teşkil eden, böylesine bir varsayımın kast ettiği erkek ve kadınından ne anlaşılması gerektiği uzunca zaman, üzerinde anlaşılmayan kavramlardan bir tanesi olmuştur.

Erkeği ve kadının birbirlerini anlamakta çektikleri güçlük o kadar büyüktür ki işin sonunda kadının Venüs’ten, erkeğin ise Mars’tan geldiği bile söylenmiştir. Klasik zamanlardan Modern zamanlara, insanların üzerinde düşündüğü cinsel kimlik ve bu kimlik tanımlamaların sosyal hayatta bu kadar belirleyici olmalarının nedenlerinin ve nasıl arının ortaya konması, tarihsel süreçte, dünyada ve ülkemizde gözlemlenebilecek gelişiminin açıklanması; feminist çalışmaların temel gayeleri olarak belirlenebilir.

Kadının toplumuzdaki algılanışın, toplum düzenimizde meydana gelen büyük değişiklikler ile birlikte değişime uğradığı, bir ilerlememeden bahsedilse bile bunun ancak iki ileri bir geri ritminde ağır ve zorlayıcı adımlar ile gerçekleştiği unutulmamalıdır. Orta Asya steplerinden Avrupa’ya, Sibirya buzullarından Sahra çöllerine uzanan geniş bir coğrafyada yayılmış ve sonunda bir Anadolu yarımadasına yerleşmiş bir büyük ulusun evlatları olarak Türkler, her karşılaştıkları kültürden birçok şeyler öğrenmiştir. Geniş coğrafi yayılımlar gösteren her toplum gibi farklıkları özümsemiş ve gelişimini gerçekleştirebilmiş olan ulusumuzun, kadına bakışı da elbette ki tarihin akışı içerisinde değişiklikler göstermiştir.


Anayurdu olan steplerde yaşamın getirdiği zorluklara karşı toplum bireyleri arasında herhangi bir ayrışmaya gitmeden sorumluluk dağıtılmıştır. Toplumun yarısının, bugünün dünyasında erkek işi görülebilecek savaşçılıktan ve avcılıktan alıkonmaması; kadınların toplum hayatından soyutlanmaması ile sonuçlanmıştır. Toplumdan soyutlanmayan, erkekler ile birlikte savaşan ve avlanan bir kadının bedeni ve zekası en az erkekler kadar gelişme göstermiştir. Toplumunu eşi ile birlikte yöneten hatunlar, işte ancak böylesine toplumlarda çıkabilirdi de zaten. Altında Hakan ile birlikte Hatun’un da imzası bulunan emirlerin varlığı, kadınların bizzat yönetebildiği kurultaylar ve savaşlar, biz Türklerin tarihinde kadına verilen eşdeğerin birer kanıtı olarak bugün herkesin malumudur. Aynı zamanlarda dünyanın başka köşelerinde bir meta gibi alınıp satılan, kölelerden bile aşağı görülen, doğduğunda yeri gelip toprağa gömülen, toplum hayatından olabildiğince soyutlanan kadınların varlığı Türk toplumunda gözlenenlerin değerini gösterecektir.

Toplumun tarihsel kökenlerinde böyle derin destek noktaları bulabilen kadın hareketi kuşkusuz dünyanın başka memleketlerindeki hemcinslerinden daha kolay çıkış noktaları bulabilmiştir. Toplumun bu büyük coğrafyada yaşadığı onca değişime rağmen nerdeyse genetiğine işlemiş bulunan kadın-erkek eşitliği gün gelip kadıncıların kendilerine gereken kudreti bulmasında yardımcı olacaktır. Her toplumda gözlenen idare şekilleri, dini ritüeller ve gelenekler bütün bireyler gibi kadınları da etkilemiştir. Kadının, yaşadığı toplumun ideolojisinden, dininden ve geleneğinden soyutlanarak ele alınması elbette bir anlam ifade etmez. Kadın, belki de toplumun diğer kesimlerine oranla daha fazla olarak, içinde yer aldığı toplumun sosyal kısıtlamaları ile sınırlandırılmış ve kalıplaştırılmaya çalışılmıştır. Özellikle de bizimkisi gibi din ve gelenekten sıyrılamamış, geri kalmış toplumlarda.

Cinsel kimlik tanımlamaları üzerine kurulu sosyal kurumların dönüp tekrar cinsel kimlik üzerine baskı oluşturmaları sosyal bilimcilerin araştırma konularından bir tanesini oluşturmaktadır. Gerçekten, cinsiyetlerin toplum hayatında nasıl davranış kalıpları göstermesi gerektiğini öğütleyen sosyal kurumların temelinde yine cinsel kimlik tanımlamaları yer almaktadır. Bu bağlamda ele alındığında sosyal bir kurum olarak siyaset de aynı din ve gelenek gibi kadının toplumda üstlenmesi gereken görevlerin belirlenmesine çalışmıştır. Siyasal düzenin ne olduğu kadının toplumda nasıl algılandığını etkilemiştir. Siyasal düzenlerin çeşitliliği göz önüne alındığında kadın boyutunun pek de olumlu bulunamayacağı açıktır. Yeryüzünde birçok toplumda uygulanan birçok siyasal düzenden çoğunluğunun, toplumlarındaki kadınlar için her zaman olumlu düşünceler beslediğini düşünemeyiz.

Kadın, genel itibari ile tarihin de bize gösterdiği üzere, siyasal düzen ne kadar çeşitli olursa olsun erkeğin hizmetinden kurtulamamıştır, bu acı bir gerçektir. Ortaçağın karanlık dehlizlerinden modern dünyanın geri kalmış toplumlarına kadar şeytanın yeryüzündeki gölgesi gibi algılanmak kadının kaderi olmuştur. Böylesine bir tarihi perspektifle kendi toplumumuzun geçmişini izlediğimizde dünyanın geri kalanından farkımızın geldiğimiz topraklarda kaldığını söyleyebiliriz. Batıya doğru ilerleyen toplumumuz kurduğu her devlet ile beraber, istisnaları ayrı tutarsak, elbette kadının toplum yapısındaki değeri gerilemiştir. Özellikle günümüzde yansımalarını hala yaşadığımız, toplumsal mirası üzerine kurulduğumuz Osmanlı Devletinde kadına bakışının gittikçe hızlanan bir gerileme kaydettiğini belirtmeliyiz.


Osmanlı Devletinde onca yenileşme çabalarına rağmen toplumun giderek teokratikleşmesi, kadınların toplum yaşamı içindeki rolleri üzerine kısıtlayıcı geleneklerin ve kural arın doğmasına neden olmuştur. Devletin uzun zamandır yaşadığı siyasal çözülmeye karşılık, çarenin eskinin kural arında aranmış, eğer toplum kurallara uysaydı başların bunca badirenin gelmeyeceği inancını beslemiş ve toplumun ve bürokrasinin giderek eskiyen kuralları daha sert ve acımasız uygulanmasını doğurmuştur. Toplum, değişen şartlara uygun yeni kalıplar yaratmak yerine var olan toplumsal kalıplara daha fazla sarılırsa şartların değişeceği yanılgısına kapılmıştır. Tarihi bir kırılma ile bir liderin karizmatik önderliğinde toplum yeniden yapılana kadar bu yanılgı yaşam şansı yakalayabilmiştir.

Bugünün şartları göz önüne alındığında, toplumun yaşadığı bu büyük kırılmanın, sosyal tanımlarda her hangi bir değişmeye gitmeyeceğini varsaymak en hafif değimle saf dillilik olacaktır. Türk toplumu, yaşadığı devrim sonrasında bir bilinç uyanışı yaşamış ve toplumsal sınırlandırılmalarının ortadan kaldırılması adına birçok sosyal tanımını yasalar bağlamında olsa da yenilemiştir. Toplumda yerleşik birçok kurumun yeniden yapılandırılmasını gerekli kılan büyük devrimlerin yapılması, kuşkusuz kadının hukuki konumunu güçlendirmiştir. Ancak doğrudan kadının yasalar önündeki haklarını etkileyen devrimlerin gerçekleştirilmesi, evrimsel süreç içerisinde uzun zaman alabilecek kazanımların daha çabuk elde edilmesini sağlamıştır. Ama ne yazık ki kadının özgürlüğü meselesine geldiğimizde, toplumun Osmanlı’nın yenileşme çabalarından beri neredeyse yerinde saydığını söylemek mümkündür. Kadının özgürlüğü önündeki engellerin ana kaynağı yasalar değildir.

Şüphesiz yasalar ile sağlanan birçok kazanım kadın hareketinin amaçları arasındadır, ancak ana hedef olan kadının özgürlüğü için yapılması gereken yasaların değil anlayışların değiştirilmesidir. Anlayışın oluşmasında elbette yasaların bir etkisi olduğu düşünülecek olursa yapılan devrimlerin ilerici bir adım olduğu ancak yarışın henüz tamamlanmadığı anlaşılacaktır. Büyük devrimin başarısının tartışılması bu yazını konusu dışındadır, ancak yasalar ile yapılmaya çalışılan kadının toplumdaki yerinin güçlendirilmesi çabalarının, bugün sonuçsuz kaldığı çok açıktır. Toplumu tetikleyen diğer unsurlar, yasalar karşısında daha etkin çıkmışlardır. Kadının bölgesel farklılıklar dışında toplumsal anlamda kalkındığını iddia etmek gözle görüneni inkâr etmek olur.


Bu noktada devrim sırasında Mustafa Kemal’in kırmakta en zorlandığı sosyal tanımlamanın toplumun kadına bakışı olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. En sert softa tabakanın kılık kıyafetine dahi karışan devrimci kadronun; iş, kadının kılık kıyafetine gelince ağırdan alması, toplumun en ılımlı tabakaların dahi çok sert tepki vermesinden çekinildiği izlenimini doğurmuştur. Yasalar, düzenlemeler ve yasaklar yerine eylemli örnekler ile kadının kabuğunu kırıp sosyalleşmesi özendirilmeye çalışılmış, batılı giyim tarzı “Şapka Kanunu” örneğinde olduğu gibi yasak ile değil, telkin ile topluma enjekte edilmeye çalışılmıştır.

Kemalist devrimin kadının toplum içerisindeki konumunu yükselttiği bir gerçektir; ancak toplum, devrim heyecanının yitirilmesiyle birlikte eski alışkanlıklarına geri dönmüş, özellikle devletin uzanmakta güçlükler çektiği bölgelerde; kadın bir meta gibi kullanılmaya, özgürlüklerinden ve kazanımlarından alıkonulmaya başlanmıştır. Birçok kereler anlatıldığı üzere kadının gündelik hayat içimdeki ikinci planda kalmışlık durumu kısa sürede çözümlenecek gibi görülmemektedir. Kemalist devrimin üzerinden geçen sürede halkın ona gösterdiği tepkinin devrimle beraber gelen kazanımların ne kadar korunabildiği ile ölçülebilir. Bu bağlamda kadın haklarının yasalar önünde elde ettiği kazanımların, toplumun gündelik yaşamına ne kadar sirayet ettiğinin okuyuculara bir ipucu vereceğini düşünmekteyim.

Devrimle gelen kadının siyasal, kültürel ve toplumsal engellerini kaldıran yasalar dahi bugün tartışma konusu yapılıyor. Kadınlar öldürülmeye, ideolojik, ekonomik ve biyolojik olarak sömürülmeye devam ediyor, cinsel kimliğin özgürce yaşanabilmesini bırakın taciz ve tecavüzün önü alınamıyor. Görüşleri, yaşamı yada kılık kıyafeti nedeniyle kadınlar her an taciz, tecavüz, saldırı ve ölüm korkusuyla yaşıyor. Çok özenilen batı ülkelerinde neredeyse bir asır önce tamamlanmış birçok mücadele, topraklarımızda olabildiğince vahşetiyle devam ediyor. Evde, okulda, işte yada sokakta kadın erkeğin boynuna doladığı zincirlerden kurtulamıyor. Sadece yasalar ile kadınların sorunlarının çözülemeyeceği açıkken büyük bir devrimsel atılım ile genç cumhuriyetimiz yasalarımızı değiştirmişti, zihinlerdeki algıların değişimini ise zamana yaymıştı. Şimdi o yasalarla değiştirilemeyen algılar, o yasaları değiştiriyor.

Yararlanılan Kaynaklar:
  1. Türkiye'de Toplumsal Değişme ve Kadın - Leyla Kırkpınar - 2009
  2. Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları - Madeline C. Zilfi - 2011
  3. Batıda Kadın ve Cinsellik - Hüseyin Kılıç - 2000
  4. Siyasi İktidarın Cinsiyeti - Cemal Bali Akal - 1994

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder