Bireylerin erkek ya da kadın
olarak ayrıştırılmadığı neredeyse herhangi bir din bulunamaz. Bir siyasal
ideolojinin hitap ettiği kitleyi erkekler ve kadınlar olarak ayrıca görevler
biçmediği düşünülebilir mi? Ekonominin toplumdaki kıt kaynakların paylaşımının
nasıl yapılacağı sorunsalı üzerinde düşünürken bireylerin erkek ve kadın olarak
ayrı ihtiyaçları olduğu, bu yüzden kaynakların da çeşitleneceği varsayımda
bulunmasından daha doğal ne olabilir. Hemencecik akla geliveren bu ve benzeri
düşünceler bize şunu göstermektedir ki sosyal bilimlerin en temel
varsayımlarından bir tanesinin toplumun erkek ve kadınlardan oluştuğudur. Ancak
bu kadar temel teşkil eden, böylesine bir varsayımın kast ettiği erkek ve
kadınından ne anlaşılması gerektiği uzunca zaman, üzerinde anlaşılmayan
kavramlardan bir tanesi olmuştur.
Erkeği ve kadının birbirlerini
anlamakta çektikleri güçlük o kadar büyüktür ki işin sonunda kadının Venüs’ten,
erkeğin ise Mars’tan geldiği bile söylenmiştir. Klasik zamanlardan Modern
zamanlara, insanların üzerinde düşündüğü cinsel kimlik ve bu kimlik
tanımlamaların sosyal hayatta bu kadar belirleyici olmalarının nedenlerinin ve
nasıl arının ortaya konması, tarihsel süreçte, dünyada ve ülkemizde
gözlemlenebilecek gelişiminin açıklanması; feminist çalışmaların temel gayeleri
olarak belirlenebilir.
Kadının toplumuzdaki algılanışın,
toplum düzenimizde meydana gelen büyük değişiklikler ile birlikte değişime
uğradığı, bir ilerlememeden bahsedilse bile bunun ancak iki ileri bir geri
ritminde ağır ve zorlayıcı adımlar ile gerçekleştiği unutulmamalıdır. Orta Asya
steplerinden Avrupa’ya, Sibirya buzullarından Sahra çöllerine uzanan geniş bir
coğrafyada yayılmış ve sonunda bir Anadolu yarımadasına yerleşmiş bir büyük
ulusun evlatları olarak Türkler, her karşılaştıkları kültürden birçok şeyler
öğrenmiştir. Geniş coğrafi yayılımlar gösteren her toplum gibi farklıkları
özümsemiş ve gelişimini gerçekleştirebilmiş olan ulusumuzun, kadına bakışı da
elbette ki tarihin akışı içerisinde değişiklikler göstermiştir.
Anayurdu olan steplerde yaşamın
getirdiği zorluklara karşı toplum bireyleri arasında herhangi bir ayrışmaya
gitmeden sorumluluk dağıtılmıştır. Toplumun yarısının, bugünün dünyasında erkek
işi görülebilecek savaşçılıktan ve avcılıktan alıkonmaması; kadınların toplum
hayatından soyutlanmaması ile sonuçlanmıştır. Toplumdan soyutlanmayan, erkekler
ile birlikte savaşan ve avlanan bir kadının bedeni ve zekası en az erkekler
kadar gelişme göstermiştir. Toplumunu eşi ile birlikte yöneten hatunlar, işte
ancak böylesine toplumlarda çıkabilirdi de zaten. Altında Hakan ile birlikte
Hatun’un da imzası bulunan emirlerin varlığı, kadınların bizzat yönetebildiği
kurultaylar ve savaşlar, biz Türklerin tarihinde kadına verilen eşdeğerin birer
kanıtı olarak bugün herkesin malumudur. Aynı zamanlarda dünyanın başka
köşelerinde bir meta gibi alınıp satılan, kölelerden bile aşağı görülen,
doğduğunda yeri gelip toprağa gömülen, toplum hayatından olabildiğince
soyutlanan kadınların varlığı Türk toplumunda gözlenenlerin değerini
gösterecektir.
Toplumun tarihsel kökenlerinde
böyle derin destek noktaları bulabilen kadın hareketi kuşkusuz dünyanın başka
memleketlerindeki hemcinslerinden daha kolay çıkış noktaları bulabilmiştir.
Toplumun bu büyük coğrafyada yaşadığı onca değişime rağmen nerdeyse genetiğine
işlemiş bulunan kadın-erkek eşitliği gün gelip kadıncıların kendilerine gereken
kudreti bulmasında yardımcı olacaktır. Her toplumda gözlenen idare şekilleri,
dini ritüeller ve gelenekler bütün bireyler gibi kadınları da etkilemiştir.
Kadının, yaşadığı toplumun ideolojisinden, dininden ve geleneğinden
soyutlanarak ele alınması elbette bir anlam ifade etmez. Kadın, belki de
toplumun diğer kesimlerine oranla daha fazla olarak, içinde yer aldığı toplumun
sosyal kısıtlamaları ile sınırlandırılmış ve kalıplaştırılmaya çalışılmıştır.
Özellikle de bizimkisi gibi din ve gelenekten sıyrılamamış, geri kalmış
toplumlarda.
Cinsel kimlik tanımlamaları
üzerine kurulu sosyal kurumların dönüp tekrar cinsel kimlik üzerine baskı
oluşturmaları sosyal bilimcilerin araştırma konularından bir tanesini
oluşturmaktadır. Gerçekten, cinsiyetlerin toplum hayatında nasıl davranış
kalıpları göstermesi gerektiğini öğütleyen sosyal kurumların temelinde yine
cinsel kimlik tanımlamaları yer almaktadır. Bu bağlamda ele alındığında sosyal
bir kurum olarak siyaset de aynı din ve gelenek gibi kadının toplumda
üstlenmesi gereken görevlerin belirlenmesine çalışmıştır. Siyasal düzenin ne
olduğu kadının toplumda nasıl algılandığını etkilemiştir. Siyasal düzenlerin
çeşitliliği göz önüne alındığında kadın boyutunun pek de olumlu bulunamayacağı
açıktır. Yeryüzünde birçok toplumda uygulanan birçok siyasal düzenden
çoğunluğunun, toplumlarındaki kadınlar için her zaman olumlu düşünceler
beslediğini düşünemeyiz.
Kadın, genel itibari ile tarihin de
bize gösterdiği üzere, siyasal düzen ne kadar çeşitli olursa olsun erkeğin
hizmetinden kurtulamamıştır, bu acı bir gerçektir. Ortaçağın karanlık
dehlizlerinden modern dünyanın geri kalmış toplumlarına kadar şeytanın
yeryüzündeki gölgesi gibi algılanmak kadının kaderi olmuştur. Böylesine bir
tarihi perspektifle kendi toplumumuzun geçmişini izlediğimizde dünyanın geri
kalanından farkımızın geldiğimiz topraklarda kaldığını söyleyebiliriz. Batıya
doğru ilerleyen toplumumuz kurduğu her devlet ile beraber, istisnaları ayrı
tutarsak, elbette kadının toplum yapısındaki değeri gerilemiştir. Özellikle
günümüzde yansımalarını hala yaşadığımız, toplumsal mirası üzerine kurulduğumuz
Osmanlı Devletinde kadına bakışının gittikçe hızlanan bir gerileme kaydettiğini
belirtmeliyiz.
Osmanlı Devletinde onca yenileşme
çabalarına rağmen toplumun giderek teokratikleşmesi, kadınların toplum yaşamı
içindeki rolleri üzerine kısıtlayıcı geleneklerin ve kural arın doğmasına neden
olmuştur. Devletin uzun zamandır yaşadığı siyasal çözülmeye karşılık, çarenin
eskinin kural arında aranmış, eğer toplum kurallara uysaydı başların bunca
badirenin gelmeyeceği inancını beslemiş ve toplumun ve bürokrasinin giderek
eskiyen kuralları daha sert ve acımasız uygulanmasını doğurmuştur. Toplum,
değişen şartlara uygun yeni kalıplar yaratmak yerine var olan toplumsal
kalıplara daha fazla sarılırsa şartların değişeceği yanılgısına kapılmıştır.
Tarihi bir kırılma ile bir liderin karizmatik önderliğinde toplum yeniden
yapılana kadar bu yanılgı yaşam şansı yakalayabilmiştir.
Bugünün şartları göz önüne alındığında,
toplumun yaşadığı bu büyük kırılmanın, sosyal tanımlarda her hangi bir
değişmeye gitmeyeceğini varsaymak en hafif değimle saf dillilik olacaktır. Türk
toplumu, yaşadığı devrim sonrasında bir bilinç uyanışı yaşamış ve toplumsal
sınırlandırılmalarının ortadan kaldırılması adına birçok sosyal tanımını
yasalar bağlamında olsa da yenilemiştir. Toplumda yerleşik birçok kurumun
yeniden yapılandırılmasını gerekli kılan büyük devrimlerin yapılması, kuşkusuz
kadının hukuki konumunu güçlendirmiştir. Ancak doğrudan kadının yasalar
önündeki haklarını etkileyen devrimlerin gerçekleştirilmesi, evrimsel süreç
içerisinde uzun zaman alabilecek kazanımların daha çabuk elde edilmesini
sağlamıştır. Ama ne yazık ki kadının özgürlüğü meselesine geldiğimizde,
toplumun Osmanlı’nın yenileşme çabalarından beri neredeyse yerinde saydığını
söylemek mümkündür. Kadının özgürlüğü önündeki engellerin ana kaynağı yasalar
değildir.
Şüphesiz yasalar ile sağlanan
birçok kazanım kadın hareketinin amaçları arasındadır, ancak ana hedef olan
kadının özgürlüğü için yapılması gereken yasaların değil anlayışların
değiştirilmesidir. Anlayışın oluşmasında elbette yasaların bir etkisi olduğu
düşünülecek olursa yapılan devrimlerin ilerici bir adım olduğu ancak yarışın
henüz tamamlanmadığı anlaşılacaktır. Büyük devrimin başarısının tartışılması bu
yazını konusu dışındadır, ancak yasalar ile yapılmaya çalışılan kadının
toplumdaki yerinin güçlendirilmesi çabalarının, bugün sonuçsuz kaldığı çok
açıktır. Toplumu tetikleyen diğer unsurlar, yasalar karşısında daha etkin
çıkmışlardır. Kadının bölgesel farklılıklar dışında toplumsal anlamda
kalkındığını iddia etmek gözle görüneni inkâr etmek olur.
Bu noktada devrim sırasında
Mustafa Kemal’in kırmakta en zorlandığı sosyal tanımlamanın toplumun kadına
bakışı olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. En sert softa tabakanın kılık
kıyafetine dahi karışan devrimci kadronun; iş, kadının kılık kıyafetine gelince
ağırdan alması, toplumun en ılımlı tabakaların dahi çok sert tepki vermesinden
çekinildiği izlenimini doğurmuştur. Yasalar, düzenlemeler ve yasaklar yerine
eylemli örnekler ile kadının kabuğunu kırıp sosyalleşmesi özendirilmeye
çalışılmış, batılı giyim tarzı “Şapka Kanunu” örneğinde olduğu gibi yasak ile
değil, telkin ile topluma enjekte edilmeye çalışılmıştır.
Kemalist devrimin kadının toplum
içerisindeki konumunu yükselttiği bir gerçektir; ancak toplum, devrim
heyecanının yitirilmesiyle birlikte eski alışkanlıklarına geri dönmüş,
özellikle devletin uzanmakta güçlükler çektiği bölgelerde; kadın bir meta gibi
kullanılmaya, özgürlüklerinden ve kazanımlarından alıkonulmaya başlanmıştır.
Birçok kereler anlatıldığı üzere kadının gündelik hayat içimdeki ikinci planda
kalmışlık durumu kısa sürede çözümlenecek gibi görülmemektedir. Kemalist
devrimin üzerinden geçen sürede halkın ona gösterdiği tepkinin devrimle beraber
gelen kazanımların ne kadar korunabildiği ile ölçülebilir. Bu bağlamda kadın
haklarının yasalar önünde elde ettiği kazanımların, toplumun gündelik yaşamına
ne kadar sirayet ettiğinin okuyuculara bir ipucu vereceğini düşünmekteyim.
Devrimle gelen kadının siyasal,
kültürel ve toplumsal engellerini kaldıran yasalar dahi bugün tartışma konusu
yapılıyor. Kadınlar öldürülmeye, ideolojik, ekonomik ve biyolojik olarak
sömürülmeye devam ediyor, cinsel kimliğin özgürce yaşanabilmesini bırakın taciz
ve tecavüzün önü alınamıyor. Görüşleri, yaşamı yada kılık kıyafeti nedeniyle
kadınlar her an taciz, tecavüz, saldırı ve ölüm korkusuyla yaşıyor. Çok
özenilen batı ülkelerinde neredeyse bir asır önce tamamlanmış birçok mücadele,
topraklarımızda olabildiğince vahşetiyle devam ediyor. Evde, okulda, işte yada
sokakta kadın erkeğin boynuna doladığı zincirlerden kurtulamıyor. Sadece
yasalar ile kadınların sorunlarının çözülemeyeceği açıkken büyük bir devrimsel
atılım ile genç cumhuriyetimiz yasalarımızı değiştirmişti, zihinlerdeki
algıların değişimini ise zamana yaymıştı. Şimdi o yasalarla değiştirilemeyen
algılar, o yasaları değiştiriyor.
Yararlanılan Kaynaklar:
- Türkiye'de Toplumsal Değişme ve Kadın - Leyla Kırkpınar - 2009
- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları - Madeline C. Zilfi - 2011
- Batıda Kadın ve Cinsellik - Hüseyin Kılıç - 2000
- Siyasi İktidarın Cinsiyeti - Cemal Bali Akal - 1994
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder