Afrika savanalarından ilk
çıktığımızda yönümüzü bulmak için içgüdülerimizden başka hiçbir şeye
ihtiyacımız yoktu. Gündüz olunca güneşe, gece olunca aya güvenirdik; yolumuzun
aydınlatılması için. Ancak Ortadoğu, Akdeniz ve yolumuzu kesen diğer büyük
engellere ulaştıkça anlamıştık ki artık gidebileceğimiz yolların sınırlarını
bilmek yada en azından bilmeyenlere aktarabilmek için bir şeyler yapmak
zorundaydık. Yorulduğumuzda sığındığımız mağara duvarlarına kayıt düşmekle
başladık, araziden çıkış planlarımızı yapmaya. Kayalık zemindeki ilk
çizimlerimizden, bugünün uzaydan çekilmiş fotografik haritalarına ulaşıncaya
kadar büyük yol kat ettik. Yolculuğumuzun en sıra dışı nesnesi olan haritaların
öyküsüdür, anlatacağım.
Neredeyse bilinen tarihimizin ilk
kayıtlarını tutan efsanevi topluluk Babillilerin ilk haritayı çizenler olmasına
da şaşırmamalıyız. Dillere destan şehirlerini kültürlerinin merkezine almak gibi
kadim bir anlayışı yaratan ilk insanlar olan Babilliler, bugün bilim
çevrelerinin çoğu kez Imagu Mundi olarak
andığı haritalarının merkezine de şehirlerini almışlardır. Dairevi bir çizimle
etraflarında (aslında şehirlerinin etrafında) gördükleri coğrafi ve beşeri
varlıkları işaretlemişlerdi. Böylece dünya tarihinde ilk kez bir insan
topluluğu dünyayı bir nesne üzerine aktarabilmeyi az da olsa başarmış oluyordu. Taştan bir tablet üzerine çizilen bu ilk harita ile ilk kez; bilgelerin dünya algısı başka insanların kullanımına sunulmuş oluyor, bilgi
taşınabilir kılınıyordu.
Babil kültürünün altmış tabanlı
matematiğe ve daireye olan neredeyse uhrevi bağlılıkları nedeniyle yaptıkları
ilk haritayı da böylesi bir geometrik şekille icat ettikleri düşünebilir. Yada
tümüyle Babil’in merkezde olması güdüsü böylesi bir pratik sonucu doğurmuş da
olabilir. Ancak ne olursa olsun binlerce yıl insanlığın kafasını kurcalayacak
olan bir soru daha yazınımıza kazandırılmış olur: Dünyanın şekli nedir? Elbette
ki kadim halklarının yada eski bilgelerin dünya ile ilk kast ettikleriyle bugünün
modern dünya algısı birbiriyle örtüşmemektedir. Ama yine de sorunun kaynağı basit
olduğu kadar karmaşıklığı ile elzemdir. Bilinen yada bilinmeyen şeylerin
görünür kılınmasında kişilerin ortaklaşması nasıl sağlanacaktır. Ortak bir
tasvirin üzerinde kanaat birliğine varılması kişilere göre değişecek yargıların
ortadan kaldırılmasına ve genel geçer doğruların yaygınlaşmasını sağlayacaktır.
Dünyanın başka diyarlarında da
insanlık yön bulma çabalarının meyvelerin en az Babilliler kadar taşınabilir
yapmaya çalışmıştır. Kuzey Amerika ve Okyanusların ilk işgalcileri, seyyahları
ve fetihleri olan Polinezyalı gemiciler, palmiye yaprakları üzerinde büyük
sulardaki küçük toprak parçalarını işaretlemeyi ve bir sonraki seferlerinde
işlerini kolaylaştırmayı akıl etmişlerdi. Ortadoğu’da kara üzerinde yol bulmaya
yarayan ilk haritalar gibi Polinezyalıların palmiye yapraklarındaki ilk
haritaları da su yollarını gösteriyordu. Hoş her ne kadar bazı İspanyol kaşifler,
on dört bin yıl önce çizildiği anlaşılan ilk mağara planının kendi
ülkelerindeki bir mağara yer aldığını iddia etse de Babillilere kadar yapılan
ilk çizimlerin hiç birisi bütünleşik bir çevre tahayyülü ve üzerinde
yaşadığımız gezegen olan dünyayı sembolize etme yetisine haiz değildi.
Yine de Avrupa merkezli bir tarih
akışı içinde kendimize bir akış yolu takip etmeye çalışırsak, dünya haritacılığının
temel problemleri ve ilk cevaplarının Yunanlılar tarafından atıldığını söylemek
gerekecektir. Asya’nın öte ucunda Çinlilerin de kağıdın evrimsel olarak
öncülleri denebilecek ince şeritler yada bambudan yaptıkları tahta plakalar
üzerinde şehirlerini tasvir ettikleri aşağı yukarı aynı zamanlarda Yunanlılar
bildikleri şekliyle dünyanın çizimi üzerinde kafa yormaya başlamışlardı. Anaximander
ve Hekataeus’un ilk çizimlerinin de Babilli ilk haritadan esinlendikleri
açıktır. Ancak bu kez dünyanın merkezi Babil’den kadim Yunan medeniyetine
kaymış; Anadolu ve Ege denizi merkezileştirilmiştir.
Elbette ki tarihçilerin,
bilgelerin ve insanlığın ortak dertlerine meraklı onlarca insanın merakı
dinecek gibi değildi ve harita üzerinde gösterilen bilinen dünyaların ötesinde
ne olduğu sorusu kafaları kurcalamaktaydı. Ortadoğu’nun kadim efsanelerinden
beslene Kudüs’te ortaya çıkan bir yetimin görüşlerinin Romalılar tarafından
kurumsallaştırılarak zorla insanlığın başına musallat edilmesine kadar, bu
soruların yanıtları az çok aranmaya çalışılmıştır. Kaşifler, ellerindeki ilk
haritalarla büyük komutanlara öncülük etmeye, yol göstermeye çalışmışlardır.
Yardımlarının karşılığında ise daha donanımlı haritalar üretmeye çalışmışlar,
bilinen dünyanın aslında bilinmeyen dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu
ortaya koymuşlardır. İskender’in fetihlerine katılan, o dünyayı fethederken
kendisi dünyayı keşfeden, kaydeden ve öğreten, Coğrafyanın kurucusu ve dünyanın
çevresini hesaplayan ilk insan olan Eratosthenes de böylesi bir kaşiftir.
İskender’in büyük serüveni, o
güne kadar kendisinden başka bir dünyayı aklına dahi getiremeyen Yunanlı
bilginlerin Hindistan ve Tibet ile ilk temasını doğurmuştu. Kendilerini merkeze
aldıkları bir dünya çiziminin; bu, var olmadığı düşünülen topraklar üzerindeki “yabancı”larla
temasları ardından değişmediğini düşünmek çokça naif olacaktır. İskender’in
Mısır’da kendisine ait bir şehir ve kütüphane kurmasıyla o güne kadar derlenen olanca
bilgi ilk kez bir araya getirilmiş ve tasnif edilmiş, dünyanın görünümü bir
anda değişmiştir. İskender’in seferinden ayrılan Eratosthenes, İskenderiye
Kütüphanesinde ömrünü bilgiye ve dünyanın anlaşılabilir bir şekilde
resmedilmesine adamıştır. Aristoteles’in Yunanlılar dışındaki halkları barbar
olarak nitelemesine karşı çıkmış ve görme yetisini yitirene değin insanlığın ortak
mirasına katkı sağlamayı sürdürmüştür.
Eratosthenes’den sonra
Posidonius, Pomponius yada Strabo gibi bir çok Romalı bilgin, Eratosthenes’in
dünyanın sonu ile ilgili görüşlerini tekrar etmekten öteye geçememiş,
bilinmeyin bilinir kılınması adına yeni bir şey söyleyememiştir. Yine de
Pomponious dünya üzerindeki soğuk kıtaların varlığından ve buralarda insanların
yaşayamayacağından bahseden ilk yazar olmayı başarmıştır. Romalıların muazzam
yönetimsel başarısının ardındaki artık herkesin malumu olan kadim sırrı olan
ulaşım ağını gösteren haritaya kadar Roma haritaları Eratosthenes’in birer
tekrarı olmaktan kurtulamamıştır. Cursus
pubicus yani kamu yollarının inşası hem Romalılara asırlar sürecek bir
hükümranlık şansı yaratmışken bilginlere de dünyayı görme, tanıma ve aktarma
imkanı sunmuştur.
Roma’nın ve dünya tarihinin en
gelişmiş uygarlıklarının ve halklarının bir yetimin yarım kalmış yaşamından arta
kalanlara iliştirilen ahlaki öğretilerle, bütünleşik ve kurumsallaşmış bir öte
dünya hayaliyle Ortaçağ karanlığına sürüklenmesiyle bilginlerin sesi
kesilmişti. İnsanlığın kendini ve çevresini tanıma gayretinin bir sonucu olan
soru sormak suç, cevap aramak zinhar yasak ilan edilmişti. Ve işte bütün bu
karanlığın bir tahayyülü olarak da haritacılık bir sanat olarak mabet
duvarlarının arkasına saklanıverdi. Kadim Ortadoğu kenti ve kültürel
çatışmaların beşiği olan kutsal toprakların ortası Kudüs, kendisini
haritaların da ortasında bulmaya başlamıştı. Ortaçağ'ın mazbut geleneklerinin
bir devamı olarak batılılar hiç görmedikleri bir kenti dünyanın ortasına
yerleştirmeyi adet edinmişlerdir.
Hristiyanlığın Kilise eliyle yozlaştırıldığı
Ortaçağ’da Avrupa düz kabul edilen dünyanın sonunun tasviri üzerine kafa
yorarken; Roma’nın artıkları üzerine kurulan İslam medeniyeti; kadim filozofların,
alimlerin ve bilgelerin mirasını kendi diline çevirmeye başlamıştı bile. İslam’ın
Suriye, Mısır, Libya ve Endülüs gibi Romalılaşmış merkezlere ulaşmasıyla Arapça
bilimsel yükü omuzlamış ve yüzyıllarca taşımıştır. Batlamyus’un İskenderiye’de
bıraktığı miras Arap düşünürlerce geliştirilmiş yapılan keşiflerle dünya algısı
değişmiş ve yeni bölgesel haritalar çizilmiştir. İlk kez koordinat sistemini kuran ve bütün yanılgılarına rağmen dünyanın hacmini hesaplayan Batlamyus'dan haritacılığın bilimsel temelleri öğrenilmiştir. Al-Mamun, İbni Hawgal,
El-Biruni ve El-Harezmi gibi çizerler haritalarıyla dünyayı daha anlaşılır
kılmışlardır. Her ne kadar İslam bilginleri de anca kendi coğrafyaları üzerine
kafa yormuşlar ise de klasiklerin gelecek nesillere aktarılmasını sürdürdükleri
için hakları teslim edilmelidir.
Roma’nın ayak takımı tarafından
yerle yeksan edilmesine, Ortaçağ’ın karanlığı üzerinden batılı
aydınlanmacıların bir silindir gibi geçmelerine kadar dünya iki kerteye ayrılmış
ve harap içindeydi. Bir yandan İslam öte yanda Hristiyanlık, bilinen dünyanın
insanlarını karanlık dehlizlerde çürütmeyi sürdürüyor, başını kum yığınları
arasında kaldırmak isteyenlerin hemen o itaatsiz kafaları olduğu yerde
eziliyordu. Piri Reis’in ve Galileo’nun başına gelenler iki dünya görüşünün de
aslında birbirlerinden çok da farksız olmadığını gösteren ibretlik vesikalardır.
Ancak batıdaki olanca karanlığa rağmen, bu dönemde çizilen, Venedekli Sanudo’nun haritasını, Katalan Atlası’nı ve Çin’de çizilen Da Ming
Hun Yi Tu isimli dünya haritasını not etmeden geçmemek gerekir.
Batıda birbiri ardına meydana
gelen insanlık hareketleri sonucunda devrimsel bir gelişmeyle insanlık ailesi
yeniden ayakları üzerinde durabilmeyi başarmıştı ki bu kez kendi ayağına kurşun
sıktı. Ardı ardına patlak veren, batılıların dünya savaşları olarak
adlandırdıkları iki büyük paylaşım savaşının tarihimizden, kültürümüzden ve
vicdanımızdan alıp götürdüklerini saymakla bitiremeyiz. Yine de büyük paylaşım
savaşlarına varmadan keşifler çağında batılılar dünyanın bilinmeyen uçlarını da
arşınlayacak bilgi ve donanıma ulaşmışlardı. Arık arkası kesilmeyen seferler
dönemi başlayacaktı. İlk modern haritalara da böylece meydana çıkacaktır.
Önceleri İspanyol ve Portekizlilerin ardından da İngilizlerin başlattığı Amerika
seferleri sonucunda o güne kadar bilinmeyen bu kıta haritalara yerine almaya
başlamıştır. Sonuçta haritalarda dünya
bütünüyle yer almaya başlamıştı. Elbette ki Newton'un dünyanı şekli üzerine attığı yeni bilimsel temeller de haritaların yeniden gözden geçirilmesini sağlamıştı. İnsanlık ilk kez yaşadığı gezegeni tam şekliyle görebiliyordu.
Habsburg hanedanlığında doğmuş ve
yaşamış coğrafyacı Abraham Ortelius’un 1570 tarihli “Thatrum Orbis Terrarum”u
yani “Dünyanın Sahnesi” isimli haritası, modern anlamda ilk bütüncül atlas
olarak tarihteki yerini almaktadır. Dünya üzerindeki yerini tamamlamış bir
hanedanlığın topraklarında dünyaya gelmiş bir coğrafyacı olarak Abraham
Ortelius, kendisinden sonra gelecek olan nesillerde derin izler bırakacak
sahnenin kendi dönemindeki en son halini resmetmiştir. James Cook’un keşfettiği
Okyanus adaları ve Avustralya’yı barındırmamasına rağmen bu harita; paylaşım
savaşlarına kadar, Hendrik Hondius’un “Nova totius Terrarum Orbis” ile
birlikte uzun bir zaman diliminde kullanılmaya devam etmiştir.
Modern zamanların başlangıcı
olarak görebileceğimiz batılı paylaşım savaşlarında baş gösteren askeri
ihtiyaçlar ile birlikte ilk teknolojik haritalar da ortaya çıkmıştır. Askeri amaçlarla
yapılan ilk haritalar, elektriğin ve radyo dalgalarının da keşfedilmesiyle kesinlik
derecelerini iyice artırmışlardır. Yakın bir dönemde ortaya çıkan uydu
gözlemlerine dayanılan yüksek çözünürlüklü ve kesinliği artık tartışılmayan
haritalar ile birlikte neredeyse yaşadığımız gezegenin bilmediğimiz bir
yeri kalmadığını söyleyebiliriz. İnsanlık ailesi olarak; bugün, tamamıyla
yaşadığımız gezegene sahibiz. Aidiyetimizin bu son aşamasında gezegenimizde
yaşanan her olaydan mes'uliyetimizin de farkına varmalıyız. Ne yazık ki yeryüzü
bütünüyle bizim kontrolümüzde ve artık yaşanacaklar nedeniyle suçlayacak
kimsemiz kalmadığını öngörmeli ve haritalarımızın lejandına belki bu notu da düşmeliyiz.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
- Beau Riffenburh, Antik Dönemden Günümüze Haritacılar, İş Kültür, 2012
- http://www.geography.wisc.edu/histcart/
- http://www.thecanadianencyclopedia.com/en/article/history-of-cartography/
- http://en.wikipedia.org/wiki/Cartography
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder