Doğu’da ve Batı’da Kutsal Savaş


İlk siyasal organizasyonlardan günümüze kadar askeri hareketlerin büyük bir çoğunluğu insanların kendilerinden daha büyük idealleri için gerçekleştirilmiştir. Tarih öncesi zamanlardan günümüzün modern dünyasına kadar dinin bu idealler arasında ki yeri de elbette sorgulanamaz niteliktedir. Din, insanların kendi aralarındaki siyasi ve de genellikle askeri hareketliliğin ana motivasyonlarından birisi ola gelmiştir. İnsanlık, din adına giriştiği bu büyük savaşları kutsal olarak nitelemiş, sonucunda gerçekleştirilecek dünyevi başarılar kadar yitirilen yaşamların uhrevi kazançlarını da yüceltmiştir.

Dinin teolojik kaynakları ve tarihi nedenselliklerini göz önüne alındığında elbette ki bu durumun bir ironi olarak nitelenmesi kaçınılmazdır. Ancak yine de geçmişimize baktığımıza insanlık tarihinde kutsal savaşların yadsınamaz varlığı ile karşılaşmaktan kurtulamayız. Kutsal savaşların bütün insanlık ailesinin ortak bir kederi olmasına rağmen bu olgunun, doğu ile batı arasında en azından sonuçları itibariyle neredeyse toplumsal algılarımızı yıkacak kadar derin benzerlikler taşıdığına da şahit oluruz. Doğu ile batı arasındaki belirgin kültürel ve toplumsal farklılıklara rağmen taassubun gücü karşısında iki toplum dokusunun da benzer tarihi kırılganlıklara sahip olduğunu gözlemleyebiliriz. 

Ancak yine de insanlık tarihindeki savaşların hangileri dini gerekçelerle gerçekleştirmişti diye bir ayrıma girsek dahi şunu fark ederiz ki bir çok savaşın nedenleri dini, siyasi, askeri, sosyal yada ekonomik gerekçelerin bir yada daha fazlasını bir araya gelmesiyle gerçekleşmiştir. Yine de bu noktada bazı savaşlardaki dini gerekçelerin diğerlerinden daha baskın olduğunu, gerek savaşan iki tarafın gerekse olaya dışarıdan bakanların bazı savaşları Kutsal olarak nitelemekte hiç zorlanmadıklarını unutmamak gerekir. Gerçekten de tarihi çalışmaların gösterdiği üzere Kutsal Savaş; küresel ortak bir geçmiş öznesi olarak tarihteki yerini almaktadır.


Din’in kurumsal bir yapı olarak insanlık tarihinde var olduğu ilk andan bu yana, din mensuplarının din mensubu olmayanlara yada başka dinlere mensup olanlara karşı kendi dinleri yayma güdülerinin bir parçası olarak, savaş; bütün acımasızlığı ile kullanılan bir araç olagelmiştir. Kutsal Savaş olarak adlandırılan savaşların toplumların hareketlendirilmesinde yeterince kuvvetli bir motivasyon kaynağı olması nedeniyle, dinin; toplumlararası çatışmaları sürekli sıcak tuttuğu da unutulmamalıdır. Kimi zaman bu sıcaklığı körükleyen dini yada siyasi liderlerin toplumları yeni Kutsal Savaşlara sürüklemesini de burada arayabiliriz.

Din ile doğrudan ilinti bir konunun doğudaki ve batıdaki akislerini incelemeden önce, doğu kültürünün büyük bir parçasını oluşturan İslam ve batı kültürünün büyük bir parçasını oluşturan Hristiyanlık incelenmeden konuşulamayacağı açıktır. Dinler tarihinin acı dolu sayfalarında ilerledikçe görülecektir ki her iki dinin, dolayısıyla her iki kültürün de, kendi öznel tarihinde kan ve gözyaşı hiçbir zaman eksik olmamıştır. Her iki dinin inananları hem büyük acılara muhatap olmuş hem büyük acıların sorumluları olmuşlardır. Her iki din de kendi inancını inanmayanlara ve başka dinlerin inananlarına kabul ettirmek için kılıcını kullanmaktan geri kalmamıştır.

Hristiyanlığın kökenlerindeki devlet organizasyonuna rağmen var olma itikadı ve barışçıl yaklaşım sonraki nesiller içerisinde neredeyse unutulmuş, gerek mezhepler arası gerekse başka dinlere karşı yürütülen Kutsal Savaşlarda kanlı hatıralar yaratılmıştır. Müslümanlığın ilk inananlarındaki büyük insan sevgisi ve engin hoşgörü ardılları tarafından hiçe sayılmış yine gerek mezhepler arası gerekse başka dinlere karşı yürütülen Kutsal Savaşlarda kanlı izler bırakılmıştır. Doğu ve batıdaki Kutsal Savaş algısının oluşumunda dinin etkisi kadar dinin sonraki temsilcilerinin belirtmeye çalıştığım öze aykırı tutumları da etkili olmuştur.

Batıda Kutsal Savaş geleneksel olarak savunma şeklinde nitelendirilmiştir. Avrupa’da cereyan eden hem mezhep savaşlarında hem de İslam fetihlerine karşı yürütülen Haçlı seferlerinde çarpışan kitleler; inançlarını korumak, kutsal toprakları haksız olarak işgal eden “kafir”lerden geri almak ve kendilerine vaat edilen cennetin krallığına ulaşmak için savaşmışlardır. Kutsal Roma İmparatorluğunun Avrupa’nın geri kalanına yaptığı fetihler ile ABD’nin kurulmasından sonra Amerikan Yerlilerine karşı yürütülen savaşlarda bu genel ilkeden bir sapma görülür. Burada amaç Hristiyanlık inancının yayılması olarak daha belirgindir. Çok tanrılı yerel inançlara mensup kitleler, Hristiyanlığın “gelişmiş ve kentli” inanç sistemiyle tanıştırılmak ve “medenileştirilmek” istenmiştir. Bu fetihçi Hristiyanlık yaklaşımının İslami cihad ile olan belirginliği daha açıklayıcıdır. Bu noktada Hristiyanlık Ortaçağ’daki İslam karşısında gerilemiş siyasi konumundan çok daha farklı hareket etmekte ve sözü geçen topraklarda yeni olan kendi inancını yaymak için savaşmaktadır.


Doğuda ise Kutsal savaş geleneksel olarak fetih ve cihad ile ilişkilendirilmiştir. Cihad, inanmayanların inanca kazandırılmasıdır. Fetih ise inanmayanların elindeki toprakların inananlara kazandırılmasıdır. Hiç kuşkusuz Doğu’nun da özellikle Batı’dan gelen saldırılar karşısında savunma amaçlı yürüttüğü Kutsal Savaşlar yaşanmıştır. Özellikle Haçlı seferleri süresince Müslümanlar; yaşadıkları şehirleri, kendileri için kutsal merkezleri ve inançlarını dışarıdan gelen bir başka inanç sistemine sahip insanların saldırılarından korumuştur. Müslümanların savunma maksatlı direnişleri ve ileri harekatları da Kutsal Savaş niteliğinde anlaşılmalıdır. Sonuç itibariyle savundukları şey, sadece yaşadıkları şehirler, kendi yaşamları ve toprakları değil, bütünü itibariyle kültürleri ve inanç sistemleridir.

İstisnai durumlar saklı kalarak, Batının “savunmacı” Doğunun ise “yayılmacı” kutsal savaşlara dayandığı söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Daha Kutsal Savaş’ın neden kaynaklandığı konusunda iki büyük kültürün ayrıştığını burada belirtmek gerekir. İslam, kendisine yeni bir yaşam alanı açmak istemektedir. İnancının inanmayanlara kabul ettirmek, inanan kitlesini genişletmek ve inananların inanmayanlar üzerindeki psikolojik etkisini yükseltmek istemektedir. Hristiyanlık ise tehdit altında olduğunu, inancını koruması gerektiğini ve aslında kendisine ait olduğunu iddia ettiği toprakları geri almak zorunluluğu düşündüğü içindir ki savaşmaktadır. Ancak iki kültür de kutsal saydıkları değerler için savaşmaktadır. Kutsal Savaşın nedensel farklılığına rağmen doğu içinde batı içinde varlığını tartışılmaz bir sabittir.

Batı Hristiyanlığı için kaybedilmiş kutsal topraklar kültürlerinde derin çalkantılar bırakmıştır. İslam’ın ortaya çıkışı ve ilerleyişini tarihsel olarak miadını doldurmuş Hristiyan Roma’nın uç eyaletlerine doğru yönlendirmesi sürekli olarak batıda Müslüman istilası tehdit algısının oluşmasına neden olmuştur. Oluşan bu tehdit algısı nedeniyle, Müslümanlara karşı girişilecek Kutsal Savaş toplumdaki karşılığını çok kolay bulabilmiştir. Kilise’nin ve din adamlarının toplum üzerindeki uhrevi etkisi de denklemdeki yerini alınca, başlatılacak olan her Kutsal Savaş büyük bir coşku ile karşılanmıştır. Papa II. Urban’ın Kutsal Savaş ilanının hızlı bir şekilde batı toplumunu hareketlendirdiğinin nedenlerini batının doğu karşısında, aslında Hristiyanlığın İslam karşısında, kendisini tehdit altında görmesinde aramalıyız.


Batı önce Araplar ardından da Türkler tarafından siyasi ve askeri olarak kuşatıldığını, inancının yenilgiye uğradığını ve aslında kendisine ait olması gereken kutsal toprakların “kafir”lerce talan edildiğini düşünerek savunma güdüsüyle Kutsal Savaşlara çıkmıştır. Burada elbette kutsal toprakların bereketleri topraklarındaki doğuya özgü zenginliklerin talanının da ima edildiğini gözden kaçırmamalıyız. Batının modern oryantalist bakış açısında dahi Ortaçağ’daki kutsal savaşlarda yaratılan doğudaki vaat edilen kutsal topraklardaki zenginliklerin payının olduğu bir gerçektir. Cennet tasvirlerini aratmayacak güzellikte bir zenginlik inananların motivasyonu için kullanılmıştır. Kutsal Savaş’ın sonucunda insanların canlarını kaybettiklerinde cennet, kaybetmez ve hayatta kalırlarsa ise yeryüzündeki cennete varacakları inancı aşılanmıştır.

Doğuda ise Müslümanlar kendilerine müjdelenen fetihlerin heyecanı ile güdülenmektedir. İslam, bir dünya dini olmak iddiasındadır. Sadece belirli bir kavme yada etnik gruba değil bütün insanlığa hitap etmektedir. Bu nedenledir ki yeni yerlere ulaşmak ve inancını yaymak istemektedir. Kurumsallaşmış bir ruhban sınıfının olmadığı ve asla mukayese edilemeyecek sistematik bir misyonerlik faaliyetinin yürütülmediği İslam’ın yayılımın siyasi ve askeri fetihlerle gerçekleştirilmesi kaçınılmazdır. İslam fetihlerinin Kutsal Savaş niteliği o kadar açıktır ki neredeyse bütün Müslüman savaşları öncelikle Müslümanların başındaki komutanın cenk edilecek kafir orduları komutanına yada fetih edilecek şehrin yöneticisine yazılan bir “İslam’a Davet” mektubuyla başlar. Müslümanlarla karşı karşıya gelen bir inanmayanın rızasıyla inancını değiştirmekten yada eski inancı için savaşmaktan başka yolu kalmayacaktır. Müslüman Kutsal Savaşlarının sonucunda da hayatlarını kaybedenler, elbette, cennetle onurlandırılmıştır. Hristiyanlıktan farklı olarak ise sadece bir kutsal savaşa katılmak dahi dini bir mertebeye laik görülmüş ve gazi unvanıyla anılan eski savaşçılar kültürel, toplumsal ve manevi olarak yüceltilmiştir.

Hem doğu hem batı toplumları çağlar boyunca dinin kültürel egemenliğinde kalmıştır. Bu egemenliğin bir göstergesi olarak da dinin yönlendirdiği Kutsal Savaşlar meydana gelmiştir. Batılı ve Doğulu halklar, söz konusu Kutsal Savaşların kimi zaman kazananı kimi zaman ise kaybedeni olmuş, kimi zaman kitlesel olarak din değiştirmiş kimi zaman ise ölesiye sadık kaldığı inançlarını korumayı bilmiştir. Kutsal Savaşların gölgesi altında doğulular ve batılılar, aslında Müslümanlar ve Hristiyanlar, inançları için insan öldürmekte bir beis görmemiş, sırf bunun için ordular düzenlemiş ve büyük kitlesel yıkımlar gerçekleştirmiştir. Kutsal Savaşların da iki kültürün ve özlerini oluşturan iki dinin de tasvip etmeyi birçok aşırılıklar sergilenmiştir. Kutsal Savaşların aslında hiç de kutsal olmayan gizli gündemleri olabildiği gibi sonuçları itibariyle de kutsal olarak nitelemeyecek değişimlere neden olduğu unutulmamalıdır.


Dr. Selahattin ÖZKAN



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder