Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine
gelene değin kadınların üniversitelerde öğrenci olarak kabul edilmediği göz
önüne alındığında kadınların bilim dünyasındaki yer edinememelerinin nedeni anlaşılacaktır.
Avrupa’da Ortaçağ’dan bu yana sürdürülen çok kimlikli ve uluslar üstü
üniversite geleneğine rağmen kadınların bilimsel yeterlilikleri hep sorgulanır
olmuş ve yükseköğretime kabul edilmemişlerdir. Kişisel girişimlerin daha çok
siyasi ve ekonomik ayrımcılığa yoğunlaştığı öncü feminist hareketler bilim
dünyasında da kıpırdanmalara dolaylı olarak neden olmaktaydı.
Paris, Oxford, Leipzig ve Bologna
gibi Ortaçağ’dan beri devam eden köklü eğitim ocakları kadınlara kapılarını
kapatırken, bilim çevrelerinde çeşitli branşlarda kendisini gösteren ilk bilim
kadınları duyulmaya başlamıştı. Tamamıyla kendi gayretleriyle ve formel eğitim kanalları
dışında kendilerini geliştiren öncü kadınlardı. Her ne kadar Oxford ve Paris on
dokuzuncu yüzyıldan bu yana kadın öğrencileri kabul ettiklerini ilan etmiş
olsalar da öğrenci kabullerinde erkeklere nazaran daha ince eleyip sık dokuyor,
başvuru sahibi kadınları “erkeklerle eşit oldukları” konusunda teste tabi
tutuyorlardı. Yüksek öğretime kabul edilen her kadın, aynı şartlardaki
erkeklerden daha kalifiye olmaya mecbur kılınıyordu. Kadınların akademik
belagatleri böylece istemeden de artırılıyordu.
Üniversite eğitimin orta sınıf ve
aşağısı kadınların için neredeyse bir hayal olduğu on sekizinci ve izleyen
yüzyıllarda kadınlar; çoğu zaman ailelerinden aldıkları destekle, kişisel
gelişimlerini inanılmaz derecelerde artırıp, “ancak sıradan bir erkekle eşit
hale geldikten sonra” üniversiteye kabul ediliyordu. İşte; Agnes ve Margaret
Smith kardeşler de böylesi bir zorluğu aşarak üniversiteye giren öncü bilim
insanlarından olmuş; filoloji, tarih ve teoloji alanında dünya literatürünü
sarsıcı gelişmelere imza atmış ve adlarını gelecek nesillere aktarmışlardır. Agnes
ve Margaret Smith kardeşlerin bugün bilim tarihinde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş
öyküleri kadınların bilim dünyasındaki sarsılmaz yerlerini ispatlayan
etkenlerden sadece birisidir.
Hıristiyanlık inancını derinden
sarsacak en eski İncil yazmalarını bulmaları ve kırkın üzerinde yayına imza
atmaları dışında yaptıkları inanılmaz arkeolojik yolculuklarıyla haklı bir onuru
bilim tarihine kadınlar lehine eklemişlerdir. On beşten fazla dili yazıp
konuşabilen ve artık neredeyse tarihe karışacak Arami ve Süryani lehçelerini
çözebilen ikiz kardeşler elli yaşlarına kadar İngiliz üniversitelerinin katı
tutumları nedeniyle üniversiteye kabul edilmemişlerdir. Bu tarihi kabahat ancak
Cambridge Üniversitesinden Onur Doktorası alan ilk kadınlar olmalarıyla
birazcık hafifletilebilmiştir. Bu onur payesine rağmen ikiz kardeşlerin adı
uzun süreler boyunca anılmak istenmemiş, bilim ve kadın tarihi için ifade
ettikleri değer göz ardı edilmiştir.
Smith Kardeşlerinin en büyük buluşlarını gerçekleştirdikleri St. Catherine Manastırı Sina/Mısır |
Adlarının neredeyse akademik
çevrelerce unutturulmak istendiği ikizlerin yaşamı babalarını serveti ve
annelerinin yokluluğu ile açıklanamayacak kadar kederle doludur. 1843’te
İskoçya’daki Irvine’de dünyaya gelen ve birkaç gün sonra annelerini yitiren
kardeşlerin dil bilimlerine olan becerileri ilk eğitimleri sırasında kendisini
gösterecek ve babaları John Smith öğrendikleri her dil karşılığında onları o
dilin konuşulduğu ülkeye götürme sözü verecektir. Babalarının bu cesaret
aşılayan vaadiyle büyülenen genç kız kardeşler yirmi yaşına gelmeden
Avrupa’daki neredeyse tüm dilleri öğrenmiş ve konuşuldukları ülkelerini gezmiş
olacaklardır. Böylece Avrupa medeniyetini yakından tanıma ve tetkik etme
fırsatı bulan iki kız kardeş; Avrupa medeniyetinin kökenlerine doğru bir
bilimsel takip merakı geliştirmişlerdir.
On üç yıllık arkadaşlıklarından
ve kırk yaşını doldurduktan sonra evlenen kardeşlerden Margaret bir İskoç din
adamı olan James Gibson’ı tercih ederken; ondan birkaç yıl sonra Agnes
Cambridge’de el yazmaları uzmanı bir kütüphaneci olan Samuel Savage Lewis’i
tercih etmiştir. Böylece Agnes’in Lewis’le olan evliliği kardeşlerin ilgisini
yaşayan dillerden antik dillere yönlendirmiştir. El yazmaları, dini metinler ve
İncil tarihi bir anda ilgi ve uzmanlık alanlarına girmiştir. Babalarının
mirasıyla oldukça geniş bir ekonomik özgürlüğe sahip olan kardeşlerin geri
kalan yaşamlarını el yazmalarını toplamaya ve Ortadoğu’daki ilk Hıristiyan
öğretisine sahip dilleri öğrenmeğe adamışlardır.
Yunanca, Arapça ve İbraniceyi
öğrenen Agnes ve Margaret Smith kardeşler artık Ortadoğu’da geniş bir coğrafi
yelpazede araştırmalarını sürdürebilmişlerdir. Osmanlı’nın dağılmaya ve Ortadoğu
coğrafyasının yeniden şekillenmeye başladığı on dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla
yirminci yüzyılın başlarında Agnes ve Margaret Smith kardeşler en gizli
manastırlardan meşhur piramitlere kadar gezmedikleri, incelemedikleri ve
bilimin ışığına sokmadıkları yer kalmayacaktır. Yaptıkları her ziyareti
bilimsel çerçevede aldıkları makaleler ile bilim dünyasına taşırlar. Yayınları
hızla bilim dünyasında haklı bir ünü yakalamalarına neden olur. Alışık olduğumuz
orta sınıf İngiliz ev hanımı tipolojisini aşarak onlarca dil öğrenen, birçok
memleket gezen, sayısız kazılar gerçekleştiren ve kırkın üzerinde bilimsel
kitap yazan kardeşlerin etkileri giderek genişleyecektir.
Smith kardeşlerin keşfettikleri yazmalar. |
Evliliklerinden sonra Süryanice
ve Aramiceyi de öğrenen kardeşler kendilerini dünya tarihine kazıyacak
keşiflerini; 1892 yılında, Mısır’daki Sina Dağı’na yaslanan Aziz Catherine
Manastırında yapacaklardır. Antikçağlardan kalma oldukça münzevi bir hayat
sürülen bu manastıra o güne kadar hiçbir seyyah ulaşamamıştır. Yerleşim
birimlerinden epey uzak olan ve bu nedenle de Mısır’ın hareketli siyasi ve
askeri olaylarından korunan yapıda insanlık ailesinin belki de en değerli ve en
eski yazılı metinleri saklanmaktadır. Agnes ve Margaret Smith kardeşler bu
manastırın antik çağlarla olan bağını öğrendikten sonra buraya ulaşmamaları
düşünülemezdi.
Agnes ve Margaret Smith
kardeşler; Aziz Catherine Manastırında bulunan olası yazmaları bulmak, eski
Arami ve Süryani yazıları okumak ve belki de İncil’in ilk kaynağına ulaşmak
için yola çıkmışlardır. Cambridge’teki dostlarının Manastır’ın kadınları hoş
karşılamadıklarını söylemelerine rağmen ikilinin azminin önüne geçememişlerdir.
Bu gizemli yapıya vardıklarında manastırdaki münzeviler iki kız kardeşin
yaptıkları inanılmaz yolculuktan daha çok akıcı Yunancaları etkilediği
söylenebilir. O güne kadar görülmemiş teknik olanakları olan Agnes ve Margaret
Smith kardeşler bilimsel yöntemi de sonsuza değin değiştirecekler ve sadece
bulduklarıyla değil aynı zamanda geliştirdikleri yöntemle de anılacaklardır.
Agnes ve Margaret Smith kardeşlerin yanında fotoğraf makinesi vardır.
Yaptıkları seyahati herhangi bir seyyahtan ayıran en önemli fark da bu
olacaktır. Bulduklarını tasnif edecekler, kataloglara ayıracaklar ve en
önemlisi de fotoğraflarla da belgeleyeceklerdir.
Smith kardeşlerin çalışmalarına ulaşmak tıklayınız: Agnes Smith ve Margaret Smith |
Agnes ve Margaret Smith
kardeşler; parşömenler üzerine yazılmış bir takım ilahi metinler bulmuşlardır.
1892’de yaptıkları bu buluşun çok önemli bir tarafı da buldukları metinlerin
yazıldıkları parşömenlerin daha önce kullanılmış olduklarıdır ki bu da onların
gerçekten antik değerlerini artırmaktadır. Modern araştırmalar Agnes ve
Margaret Smith kardeşlerin bulduğu metinlerin tarihlemesini dördüncü yüzyıla
kadar götürmektedir. İnsanlık tarihinin günümüze kadar ulaşan en eski
metinlerinden olan ve sonraki yıllarda “Sina Yazmaları” olarak anılacak
metinler Agnes ve Margaret Smith kardeşler tarafından keşfedilmiş ve insanlık hazinesine
kazandırılmıştır. Keşifleri onların Hıristiyanlık tarihinin en önemli isimleri
arasına sokması gerekirdi ancak akademideki ve inanç dünyasında erkek egemen
yapı nedeniyle keşifleri dahi kendi adlarıyla anılamamıştır.
Çalıştıkları alandaki erkeklerin
egemenliğine karşı oldukça güçlü bir kariyeri uzun yıllar boyunca sürdüren iki
kardeş ilerleyen yaşlarına rağmen Ortadoğu’ya yaptıkları seyahatleri
sürdürdüler. Her seyahatlerinin ardından; ilk ve en büyük keşifleri kadar
olmasa da yeni buluşlar ve yeni yayınlarla bilim dünyasına katkılarını
sürdürdüler. Filoloji, tarih, antropoloji, arkeoloji ve teolojinin bu en büyük
ikiz kardeşleri kadın olmanın zorluklarını hep yaşadılar. Bilim dünyasınca
kabul edilmediler, yaptıkları ve gösterdikleri insanüstü özveriler gözde kaçırıldı
ve yetkinlikleri hep sorgulandı. Ama yılmadılar kadın olmanın üstün donanımıyla
insanlığın en büyük gizemlerine çözüm öneri getirildi. Günümüzde üniversiteye
kabul edilen her kadın onların izinden gidiyor; alaya alınmalara, küçük
görülmelere ve sorgulanan yetkinliklerine aldırış etmeden bilimin sadece “erkek
işi” olmadığını kanıtlıyorlar.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
- Rebecca J. W. Jefferson, Sisters of Semitics: A Fresh Appreciation of the Scholarship of Agnes Smith Lewis and Margaret Dunlop Gibson, 2009
- http://www.lib.cam.ac.uk/Taylor-Schechter/lewis-and-gibson.html
- http://www.nytimes.com/2009/09/06/books/review/Alexander-t.html?_r=0
Elinize sağlık, çok yararlı buldum.
YanıtlaSilHarika bir yazıydı. Elimize saglik.. böyle kadınların olduğundan istifadenize vesile olduğunuz için tesekkurker
YanıtlaSilAydın ve bize ışık olmak isteyen tum gayretli insanlarımızdan Allahım razı olsun
YanıtlaSil