Ortaçağ düşün gücünün sınırları
dinle çizilmiştir. Din dışında yeni bir düşüncenin varlığı müstesna akılların
mütevazı şüphelerinden öte asla toplumsallaşamamıştır. Din ile çevrili
hayatlarında din dışı bir toplumsal birikim de elbette beklenemezdi. Yıkılmaz
denilen imparatorluklar yıkılmış, geçilemez denilen surlar aşılmış;
güvensizlik, yalnızlık ve yetersizlik duygusu tüm Ortaçağ insanlarını
sindirmiştir. Öte yaşamdaki dinsel kurtuluş dışında bu dünyaya ait görüşler
neredeyse unutulmuş gibidir. Buna rağmen insan aklı; öncü isimler eliyle,
Manastırlar yada Medreselerin duvarlarını aşmanın yollarını da bulacaktır. Yenilikçi
fikirleri ve şüpheci bilimsellikleriyle iki örnek isim; Thomas Aquinas ve İbn-i
Haldun, Ortaçağ’ın sözde karanlığını yırtıp çağları aşan bilgelikleriyle
insanlığı aydınlatacaklardır.
Ortaçağ’ın hakim ekonomik sistemi
Feodalite; devlet erkinin parçalanmasına ve yerelleştirilmesine neden olmuştur.
Merkezi İmparatorlukların yerini alan küçük egemenler; bireyleri daha da
kısıtlayan ve düşüncesini daha da sınırlandıran devletlerdir. Büyük krallıklar
yerine küçük derebeylerinin dinsel motivasyonunda kurulmuş siyasal egemenlikler
bireylere ulaşmış, bu yerel hükümdarlarda daha yukarıda krallarına benzer
bağlarla itaat etmişlerdir. Böylece sınıfsal bir tabakalaşma meydana gelmiş
siyasal egemenlik Antik Dünya’nın aksine karmaşıklaşan ekonomik ve siyasal
ilişkileri dinsel görünüm altında parçalanmış devlet erkiyle idare etmiştir.
Ortaçağ’da devlet denince serf; toprak sahibini, toprak sahibi derebeyini,
derebeyi ise kralını bilmektir. Yakınlaşan ilişkiler güçlünün hakim olduğu bir
erki dayatmış ve akıl; alanlardan duvarların arkasına itilmiştir.
Sınıfsal yeterliliklere göre
değişmesine rağmen akıl yürütme, düşünme ve öğrenme artık sadece bir ayrıcalık
olarak tanımlanacaktır. Günlük iaşesinin peşindeki; savunma ve barınma
ihtiyaçlarının derdindeki alt sınıflar düşün gücünden yoksun gibidirler.
Aydınlanma’ya kadar halk denilen sınıflar düşünemeyenler olarak aşağılanmıştır.
Batı’da Hıristiyanlık Doğu’da ise Müslümanlık, egemenlerin kutsal egemenlik
kaynağıdır. Sınıfsal katmanlar dini argümanlarla açıklanmaya çalışılır. Ağır
bir kadercilik sınıfsal geçişkenliği neredeyse imkansız kılmıştır.
Müslümanların altın çağlarını yaşadıkları dokuzuncu yüzyılda; Abbasi Halifesi’nin
yönettiği Bağdat’ta Antikitenin uslanmaz fikirleri Arapça’ya çevrilir.
Müslümanlar kadim fikirlerle tanışır. Zamanla çevirileri yapılan bu Yunan ve
Roma kaynaklarına şerhler düşülmesi geleneği yaygınlaşır.
Çevirilerin şerhlerle Müslüman
düşüncesini zenginleştirmesi yeni bir dinsel ve düşünsel tezahürü de
yaratacaktır. Neredeyse etkileşimi Akdeniz’in ticari potansiyeliyle
açıklanabilecek olan iki dinsel kültürde tanışıklıklar arta. Müslüman
düşüncesini anlamak isteyen Hıristiyanlar da çeviriler yapmaya başlarlar. On
üçüncü yüzyıldan itibaren ise Arapça çevriler üzerinden Latince’ye çevrilen
Klasik Yunan düşüncesi Avrupa’daki dinsel ve düşünsel birikimi tetikler. Bu kez
klasik düşünce Hıristiyanlık inancıyla örtüştüğü ölçüde tartışılmaya başlanır.
Müslümanlar ile Hıristiyanlar dört yüz yıl kadar arayla din ile örtüşmeyen yeni
fikirlerin; sınırları dinsel bilgiyle çevrilmiş akıllarıyla anlamaya çalışırlar.
Dinsel olmayan fikirleri anlamakta yetersiz kalan Ortaçağ zihni sorgulanacak ve
din dışı yeni bir düşün mekanizması yaratılmak zorunda kalacaktır.
Aslen bir rahip olan Aquina’lı
Thomas’ın Aristoteles’in görüşlerini Hıristiyanlıkla bağdaştırma gayretleri bu
ölçüde anlamlıdır. Öte yandan İslam dünyası da Antik Yunan’dan aldıkları klasik
görüşleri inançlarıyla bağdaştırma gayreti içindeydi. Bilginin sadece gökten
inenle sınırlı olduğu genel yargısı yerine Aquina’lı Thomas; doğada insandan ve
tanrıdan bağımsız bulunan bilginin varlığına işaret eder. Böylece Ortaçağ’ın
genel bir ön kabulü de parçalanmış olacaktır; Tanrı’nın yarattığının dışında
bir maddesel evren vardır ve bu evren sadece Tanrı’nın sözleriyle
açıklanamamaktadır. Aquinas’lı Thomas; Aristotelesçi bakış açısıyla toplumdaki
yasanın ve adaletin meşru kaynaklarının altını çizer ve yasaların uygulanması
ve adaletin sağlanması için de siyasal bir organizmanın yani devletin varlığını
kabul eder[1].
Sadece epistemolojik olarak değil
aynı zamanda teolojik ve politik olarak Thomas egemenliğin sınırlarını yeniden
çizer; böylece, Tanrı’dan aldığı egemenliği kullandığını söyleyen siyasal
organizasyon olan devlet de Tanrı’dan bağımsız doğallıkla açıklanabilecektir. Thomas
Aquinas için devlet doğal bir organizmadır ki bu fikir Ortaçağ düşünürü için
çığır açıcıdır.[2] Zira
sadece dinsel metinle kendisini doyuran Ortaçağ aklı; Hıristiyanlığın ilk
çıkışındaki Devlete rağmen organize olmuş dinsel teolojisini devlet
karşıtlığıyla harmanlamıştır. Thomas ise ilk kez devlet fikrinin Hıristiyanlık
inancı içinde yorumlanabilmesini sağlamıştır. Thomas, Aristoteles’in düşüncesini
Ortaçağ’a taşımakla suçlanacaktır. Ancak o hiçbir zaman bir filozof olduğunu
kabul etmeyecektir.
Aquinas’lı Thomas’ın Doğu’daki
eşdeğeri ise hiç kuşkusuz İbn-i Haldun’dur. Haldun da aynı Thomas gibi
Aristoteles’in ayak izlerinden İslam içinde bir düşünsel teori oluşturmuştur.[3]
Ortaçağ’da ortaya çıkan Müslümanlık; eski Roma toprakları ve Akdeniz çanağında
ilerledikçe yeni düşünce yapılarıyla harmanlanmış ve düşüncesi zenginleşmiştir.
Haldun’un dünyaya geldiği on dördüncü yüzyılda Müslümanlık; Hindistan’dan
İspanya’ya kadar eski dünyanın nerdeyse yarısında hüküm süren geniş kitleli bir
imparatorluk halini almıştır.[4]
İslam coğrafyasındaki ayrıksı birçok felsefi düşünce, dini yorum ve siyasal
hizip çok kültürlü bir toplumsal zenginliğin göstergesidir. Ama düşün kalıpları
yaşadığı Medrese’nin duvarlarını yıkan Haldun’un eşsiz üslubu ve zihin açıcı
yöntemleri; çağını aşıp günümüze ulaşmıştır.
Ortaçağ’da yaşamış çok yönlü bir
Müslüman düşünür olan Haldun; Batı’yı da etkileyen geniş çaplı felsefesiyle
devlet teorisinde egemenliğin kaynağını din dışına çıkarmasıyla sekülerliğin
doğudaki öncülerinden birisi olarak anılmaktadır. Modern devlet teorisinin
temel mihenk taşlarından olan egemenlik kaynağının sekülerleşmesi Haldun ile
başlatılmaktadır. Felsefi yaklaşımı ve devleti din dışında tanımlama gayretiyle
Modern dünyayla Ortaçağ arasında bir yerde konumlandırılan İbn-i Haldun;
yaşadığı dönemde batı tarafından tanınan ve görüşleri ciddiyetle tartışılan
düşünürlerdendir. Sosyoloji’nin ve tarih felsefesinin kurucusu kabul edilen
Haldun’un dinsel ve düşünsel başarısı kadar siyasal ve ekonomik teorileri de
önemli tarihi söylemlerdir.
Haldun da aynı batılı muadili
Thomas gibi Aritoteles’ten çokça etkilenmişti. Bilgiyi sadece kutsal
kitaplardan değil yaratıcını yeterli donanımlarla bahsettiği akılla da elde
edebileceğine emindi. Dinsel bilgisiyle düşünsel görüşlerini besleyebilmiştir.
Görüşleri çağları aşan bir bütünsellik gösterse de çağının egemenlik kaynağı
olan dinsel bilgiyle kendisini destekleyebilmiştir. Felsefi anlamda iyiliği ve
kötülüğü insan doğasının bir parçası gören Haldun’a göre yasanın toplumsal
adaletin sağlamasındaki önemi iyilerin kötülerden korunmasında yatmaktadır.
İbn-i Haldun; Ortaçağ Müslümanlarından ayrıksı olarak kaderdeki insan doğasını
yeninden konumlandırmıştır.
Haldun egemenliğin kaynağını soy
birliğinde (el-asabiye) bulması ise içinde yaşadığı Ortaçağ için ise oldukça
yenilikçidir. İslam öncesi görüşlere yakın bir izah ile din dışından yeni bir
sosyal olgundan bahseden Haldun; Ortaçağ İslam söyleminden ayrılmaktadır. Zira
ister Doğu’da yada Batı’da olsun; Ortaçağ toplumları dini ahlak dışında
nitelendirmelere alışkın değildir. Yaratıcı’dan bağımsız bir yaratılış
gerçeğinin doğallık görüşüyle temellendiren Haldun; aynı soydan gelen yönetici
ile yönetilenin devletin üstleneceği toplumu korumak olan asli görevini yerine
getirmesinde ideal şart olduğu söylemektedir.
Haldun; devlet teorisinde,
soydaşlığı bu kadar çok önemsemesine rağmen bunu sadece insanların paylaştığı
ortak bir duygu olarak yorumlamamaktadır. Yönetici ile yönetilenin birleşeceği
soydaşlığı aynı kavimden olmak olarak değil de aynı inanca sahip olma, aynı
duygu ve düşünceleri paylaşma yada aynı ahlak ölçütlerine bağlı olma gibi
algıladığı da bir gerçektir. O halde Haldun’un bir ulus devlet teorisini öncülü
değilse bile imparatorluk karşıtlığının ilk temellendirenlerden olduğu
söylenebilir. Açık olan bir şey varsa bu da İbn-i Haldun’un dinsel birliktelik
yerine başka bir yakınlık hissiyatını siyasal görüşlerine temel olarak
aldığıdır.
Haldun’un parçalandıkça
istikrarsızlaşan bir imparatorluğun temel olarak ortak değerleri paylaşan
devletler halinde organize olması gerektiğine dair teorisi egemenlik kaynağını
sekülerleştirmiş olsa da yönetimin gayeleri bakımında yöneticiyi tanrısal
ödevlerinden soyutlamamıştır. O halde İbn-i Haldun; yaşadığı Ortaçağ’ın bir
insanıdır. Dinsel bilgiyi ve egemenliğin dinsel yönlerini asla yadsımamıştır.
Klasik Yunan görüşlerinden ancak kendi dinsel kalıpları içinde
faydalanabilmiştir. Bu mütevazı şüpheciliğinin en şaşırtıcı yanıdır. Sorduğu
soruların yanıtlarını sahip olduğu bilgilerle açıklamak zorunda kalmış ama
sorduğu soruların kendi kalıplarında olmayacağını da kabullenmiştir.
Haldun’un devletlerin de insanlar
gibi yaşam döngüleri olduğunu savunması güçlü bir tarih felsefesinden
besleniyor olmasıyla açıklanabilir. İbn-i Haldun; doğal olan devlet düzenin
kötü yöneticiler nedeniyle yozlaşacağını ve yıkılacağı öngörmüştür.. Haldun’un
devlet teorisinde iklim şartlarıyla açıklanabildiğini inandığı iklim
özelliklerinin altını çizmiştir. Montesquieu’dan çok önce iklim ile siyaset
arasında bir bağ kurması dikkat çekicidir. Özellikle tarihsel felsefesiyle
tanınan Haldun; ekonomiden hukuka kadar birçok konuda çağının oldukça
ilerisinde düşünceler geliştirmiş ve devlet teorisiyle de bu düşüncelerin doğal
yaşam içinde entegresini savlamıştır.
Thomas Aquinas ile İbn-i Haldun’u
yaşadıkları Ortaçağ’ın düşünsel zorluklarını aşan ortak insan zekasının iki
ayrı kutbu olarak kucaklamak gerekmektedir. Felsefi olarak yarattıkları etki
çağları aşıp zamanımıza kadar gelen bu iki önemli isim; birbirleriyle etkileşim
halinde büyüyen iki ayrı dinsel kültürünün aykırı sonuçlarıydı kuşkusuz.
Döngüsel olarak kimin kimi öncülük ettiğini yada düşünsel birikimin özgeliğini
kimde tezahür ettiğinin bir önemi yok. Önemli olan Ortaçağ’ın bilgisel yükü bu
iki bilgece kişinin omuzlarında çağımıza taşınmış olmasıdır. Kendi
zamanlarındaki düşünsel zorlukları aşan bu iki ismin başarıları; insanın
düşüncenin sınır tanımazlığının açık bir ifadesi olarak yeni kuşaklara örnek
olmayı sürdürecektir.
Yararlanılan Kaynaklar:
- Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Prof. Dr. Ayferi Göze, 2003, İstanbul
- Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Prof. Dr. Mete Tunçay, 2012, İstanbul
- Uygarlık Tarihi, Prof. Dr. Server Tanilli, 2006, İstanbul.
- Mukaddime, Cilt: I, (İbn-i Haldun, çev.: Zakir kadiri Ugan), 1989, İstanbul
- TDV İslam Ansiklopedisi, İbn-i Haldun Maddesi, Süleyaman Uludağ, Tahsin Görgün, C: 19, S: 538
- Bertrand Russell, A History of Western Philosophy, Londra, 1961
- http://www.library.yale.edu/neareast/exhibitions/IbnKhaldun.html
[1] Douglas
Kries, Thomas Aquinas and the Politics of Moses, The Review of Politics, Cilt:
52, Sayı: 1 (1990), Sf: 84-104
[2] Thomas S.
Hibbs, MacIntyre, Aquinas, and Politics, The Review of Politics, Cilt: 66,
Sayı: 3 ( 2004), Sf: 357-383
[3] Yves Marquet,Religion,
philosophie et magie devant Ibn Ḫaldûn, Studia Islamica Sayı: 62 (1985), Sf:
145-153
[4] Ali
Oumlil, Ibn H̱aldūn: sens d'une autobiographie, Studia Islamica, Sayı: 49
(1979), Sf: 123-134
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder