Sinema,
her ne kadar ticari kaygıların gölgesinde icra ediliyorsa olsa da gerçek hayatta yaşanan, içinde sorunsalı olan somut olayları ele alan örnekleri
her dönem mevcut olmuştur. Ülkemizde gerçekleştirilen anketlerde ya da sinema
eleştirmenleri tarafından oluşturulan en iyi filmler listelerini ele
aldığımızda, çekildiği dönemde ödüller almış ya da izleyici rekorları kırmış
filmlerin azlığı dikkati çekmektedir. Zamanın acımasızlığı karşısında içinde
belli bir sorunsalı barındıran filmler diğerlerinden ayrışarak bir klasik
haline gelirler. Bunun bir diğer nedeni de söz konusu sorunsalın halen toplum
için geçerli olması ya da açtığı yaraların yeni yeni kapanmaya yüz tutmasıdır.
Altmışlı yıllara ilişkin pek çok klasikten söz edebiliriz. Hepsi de içerdiği sorunsalı
başarı ile ele alıp irdelemektedir. Metin Erksan Halit Refiğ ya da Ömer Lütfi
Akad bu dönemde toplumun sorunlarına eğilmiş kendine set olarak sokağı,
şehirleri, köyleri seçmiştir. Ömer l. Akad’ın deyimiyle kamerayı kapıp sokağa
çıkmışlardır.
Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’u ise tüm bu yönetmenlerin
klasik filmlerinden ayrı bir yere konumlanmaktadır. İçeriği tam anlamıyla o
dönemde toplumda yaşanan dönüşümün modernleşme üzerinden bir eleştirisidir. Altmışlı
yıllar ile devam edecek olursak, Altmışlı yıllar şehirdeki mekanların değişmeye
başladığı yıllardır. Bu dönemde, apartmanlar kent kültüründe kendine yer
edinmeye başlamıştır. Bunun yanında, köyden şehre göç hız kazanmıştır, bu durum
da beraberinde gecekondulaşmayı da getirmiştir. Şehirdeki bu değişim 1950’li
yılların sıcak mahalle ortamının, yavaş yavaş bozulmasına neden olmuştur.
Altmışlarda yapılan filmler, gündelik hayattaki bu değişimden etkilenmiştir. Bu
dönemdeki filmler de toplumda yaşanan hızlı değişime inat, ona karşı duran
mahalle yaşamı çokça ele alınmıştır. Bu
sıcak ortamın devam ettiği vurgusu seyirci tarafından filmlerde aranan bir tema
olarak karşımıza çıkmaktadır.
1950’li
yıllarda giderek artan sansürün gölgesinde kalan Türk sineması, 1961
anayasasından sonra toplumda oluşan özgürlüklerin artacağına olan inançtan
etkilenerek, o güne kadar kısıtlı bir şekilde ele aldığı toplumsal sorunlara
değinmeye çalışmıştır. Bu dönemdeki filmler belli bir açıdan topluma yönetilen
bir eleştiri niteliğindedir. Söz konusu filmler, 1960’tan sonra ülkede oluşan
siyasal ve ekonomik olaylarla birlikte düşünüldüğünde bir değer taşır. Bir
önceki dönemin siyasi ve toplumsal ortamı, nasıl gerçeklerden kaçış
diyebileceğimiz iyimser bir hava yansıtan filmler yapılamasına neden olmuşsa,
1960’tan sonraki umut havası da bazı yönetmenlere toplumsal gerçeklere yönelme
konusunda güç vermiştir. (Coşkun, 2009, 34)
Ah Güzel İstanbul filminin yönetmeni
olan Atıf Yılmaz, bu dönemin önemli sinemacılarındandır. Atıf Yılmaz’ın ulusal
sinema tanımı ve eleştirisi filme hakim olan anlatımın da adeta bir özeti
gibidir. Usta yönetmen ulusal sinemayı “Bence
özellikle yerli bir temanın işlendiği, bize has bir hikayeyi gene bize özgün
bir biçimde ve ritimle anlatabilmek, bize özgü bir sinema dili oluşturmak”
olarak tanımlar ve “ulusal bir üslup arayışlarının sebebinin, geçmiş
kültürümüzle bağlarımızın koparılmış olmasından, ulusal bir kimliğimizin
olmamasından” kaynaklandığını belirtir. Bu düşüncenin başarılı olmamasının,
tutmamasının ona göre en büyük sebebi de “eski kültürümüzle bağlarımızın koparılması,
ancak yeni bir cumhuriyet kültürüne sahip olmamızdır.” şeklinde tanımlar. (Onaran,
1994,119)
Filmdeki karakterler üzerinden
değerlendirmemize devam edecek olursak, Film de iki ana karakter vardır.
Olaylar bu iki ana karakterin etrafında gelişir. Sadri Alışık tarafından
canlandırılan Haşmet İbriktaroğlu filmin iki ana karakterinden bir tanesidir.
Haşmet eski İstanbullu, kendini bir şekilde sarayla ilişkilendiren bir aileden
gelmektedir. Filmin başında anlattığı kısa hayat hikayesinden eskiden varlıklı
olan bir aileden geldiğini, sırasıyla babasının ve kendisinin aileden kalan bu
serveti tükettiğini, zamane işlerine ayak uyduramayıp, şahsına münhasır bir
meslek olan fotoğrafçılıkta karar kıldığını öğrenmekteyiz. Haşmet bu haliyle
tipik bir eski Osmanlı elitini temsil etmekte, bu durum ona yeni olan her şeyi
eleştirme meşruiyeti kazandırmaktadır. Haşmet düşkün bir eski İstanbul
beyefendisi olsa da yaşadığı muhitte hala belli bir saygınlığa sahiptir ve
onlarla iç içe yaşar, toplumdan uzak yaşamaz, bulunduğu çevrenin bir yabancısı
değildir, aksine onlardan birisidir. Filmin bir diğer ana karakteri olan Ayşe,
Ayla Algan tarafından canlandırılmaktadır. Ayşe, 1960’larda şehirde oluşmaya
başlayan işçi sınıfının tipik bir üyesidir. Beş kardeşi ile aynı evde yaşarken,
kolay para kazanmanın, şöhretin peşine düşerek İstanbul’a gelir. Böyle
davranmakta kendini haklı görür, aksi durumda kendisinin de kirli, paslı
fabrikalarda sıradan bir işçi olarak hayatına devam edeceğini öne sürerek,
şehirde başına gelebilecek en korkunç şeyin bile bundan iyi olacağını
düşünmektedir. Ayşe kendi bekleyen geleceği anlatırken bize mensubu olduğu işçi
sınıfının yaşam tarzına ilişkin ipuçları sunmaktadır. Ayşe ailesini kast ettiği
“Evde bir boğaz eksildi, gitmemden mutlu
olmuşlardır” ifadesi ile işçi sınıfının kendi içinde sofraya bir tabak daha
koyma söylemi ile dillendirilen genişlemesinin, aslına işçi sınıfının gündelik
hayatında bir değişim yaratmadığının vurgusunu yapar.
Büyük ölçekte görmek için üzerine tıklayınız |
Film
İstanbul’un eski ve yeni mekanlarında geçer. Jenerik esnasında Boğaziçi’nin
panoramik bir gösterimi yapılarak şehrin tarihi dokusundan gelen güzellikleri
gösterilir. İstanbul’un dışardan göründüğü gibi olmadığı, bu görselliğin
yanıltıcı olduğunun eleştirisi filmin hâkim temalarından birisidir. Haşmet
kendi hayat hikâyesini gece meyhane gündüz çorbacı olan mekânda çorbasını
yudumlarken anlatmaya başlar. Burası arkadaşları ile sürekli olarak toplandığı,
yemek yedikleri, içki içip sohbet ettikleri mahallenin erkekleri için bir
sosyalleşme mekanıdır. Haşmet bir sokak fotoğrafçısıdır, ata yadigarı fotoğraf
makinası ile Sultan Ahmet’te müşterilerinin fotoğraflarını çeker. Fonda yer
alan Sultan Ahmet ve etrafı yıkıntılar içindedir, İstanbul bu dönemde bir
dönüşüm geçirmektedir, ahşap binalarının yerini hızla yeni apartmanlar
almaktadır. Bu dönüşüm net bir şekilde fondan izlenebilmektedir. Filmin
ilerleyen aşamalarında şehrin yeni yaşam alanlarından olan apartman olgusu da
ele alınmıştır. Apartmanlara yönelik dönemin popüler söylemi olan bir kat
kiralayıp döşeme üzerinden gelişen olaylar çerçevesinde, apartmanda yaşanan
hayatın aslında çok da güzel olmadığı, mahalle kültürünün burada artık devam
etmediği vurgusu yapılmıştır. Haşmetin yaşadığı gecekondu filmin ana
mekanlarından birini oluşturur. Dededen kalma yalısının bahçesine gecekondu
yapmayı kendine bir hak olarak görmektedir. İçerisini aile yadigarı antika pek
çok eşya doldurarak kendine bir dünya yaratır. Haşmet gecekondusuna kulübeyi
ahzan ismini takarak Hz. Yakub’un insanlardan uzakta, oğlu Yusuf için ağladığı
kulübesine gönderme yapar. O burada eski günlerine, eski İstanbul için ağlar.
İzmir’de yaşadığı gecekondudan sonra Haşmet’in gecekondusunda kalmak zorunda
kalan Ayşe, Haşmet’in gecekondusunun iç dünyasının bu farklılığına
şaşıracaktır. Ne de olsa Burası Ayşe’nin mensup olduğu işçi sınıfına ait bir
gecekondu değil, eski bir İstanbul beyefendisi olan Haşmet’in gecekondusudur,
Haşmet’in eskiyi temsil eden şahsiyeti buradan kendini cisimleştirerek
karşımıza çıkar. Şehirde yaşayan seçkin sınıfın eğlence mekanları olan barlar
ve şehrin karanlık yüzünü temsil eden pavyonlarda filmdeki mekanlara dahil
edilerek bu güzel İstanbul panoramasının içinde aslında neler yaşandığı
sıklıkla tekrar edilir.
Film’de
toplumu oluşturan sınıfların mekana ilişkin algılarına da yer verilir. Ayşe’nin
tanıştığı genç zengin beyefendi Haşmet’in kulübesini virane olarak görür ve
Ayşe gibi saraylara layık bir kabiliyetin bu kulübede sürünmesine gönlü razı
olmaz, ona en kısa zamanda bir kat alıp, dayayıp döşeyeceğini söyler. Ayşe
şöhreti yakaladığında kendine uygun yer olarak Hilton otelini seçer. Kendine
layık katı bulana kadar bu lüks mekan da vakit geçirir, yeni girdiği toplumsal
yapı ondan bunu talep eder, modern bir hayat yaşayan bu insanların, modern
yerlerde yaşamaları gerekmektedir.
Film’de
toplumun tüketim pratikleri de karakterlerin davranışları üzerinden eleştirilmektedir.
Ayşe, Haşmet’i kendisini süslü şeylere kanmakla suçladığı sahnede, kendisini,
onun gibi lüks içinde büyümediğini bu süslü şeylere sahip olabilme hayali ile
büyüdüğünü belirterek savunur. Haşmet için hatırası olan metalar kıymetliyken
işçi sınıfına mensup bu genç kız için lüks tüketim hayali kurulun bir şeydir.
Filmdeki olay örgüsü ile devam
edecek olursak, Ah Güzel İstanbul filmindeki olayların özünü Batılılaşma ve
sancılı modernleşme oluşturmaktadır. Popüler olanın geleneksel olanla yer
değiştirmeye başladığının vurgusu yapılmaktadır. Örneğin, filmin bir bölümünde
Haşmet eski zengin günlerinden tanıdığı arkadaşlarının modern müziğin
maskaralıklarından hoşlandığını görünce bunu Ayşe’yi ünlü yapmak için
kullanabileceğini düşünür. Şehnaz Longayı modern ezgiler ve toplumsal mesaj
veren sözlerle süsleyip Ayşe için bir cover
yapar. İlk sunumda şarkı çok tutar ve seyirciler tarafında ayakta alkışlanır,
oysaki haşmete göre seyircinin onları kendileriyle dalga geçtikleri için
pataklaması gerekmektedir.
Türkiye’deki
modernleşme sürecine ilişkin temel tartışmalardan olan doğu-batı tartışması,
filme hakim olan bir diğer temadır. Haşmet meyhane sahnesinde Ayşe’nin durumunu
ele alırken suçu onda bulmaz. Onun gibi gençlerin aşağılık mecmular ve kötü filmler
tarafından kandırıldığı düşüncesindedir. Bu durumdan medeniyeti suçlu bularak,
onu gençler için yepyeni bir dünya kurmak yerine onları yabancı diyarlardan
getirdiği süslü yalanlarla beslemekle suçlar.
1960’larda
Toplumun zengin ve entelektüel kesimi için batılılaşma olmazsa olmaz bir
olgudur. Bunu topluma kabul ettirecek olanlarda yine kendileridir. Modernliğin
topluma bu seçkin zümre tarafından benimsetilmesi düşüncesinin eleştirisi
filmdeki olaylarda somut olarak ele alınmıştır. Haşmet’in eski tanıdığı bir
ahbabı ve onun arkadaşları toplumsal bir deney için Haşmet’in uğrak yeri olan
meyhaneye gelirler. Geliş sebeplerini halka doğruyu iyi öğretmek olarak
belirtirler. Yabancı pop bir plağı meyhaneciden pikaba koymasını rica ederler,
ancak sonrasında yaşanan olaylarda meyhanedekiler bu müzikten hoşlanmazlar ve
ortalık karışır. Modern müzik onların düşündüğü gibi halk tarafından
benimsenmemiştir.
Filmin
finalinde ise Eski değerler üstün gelerek film mutlu sonla bitmektedir. Film
modern yaşama değil eski değerlere sahip çıkmanın gerçek mutluluğu getireceği
mesajını vererek seyircilerine veda ederek tüm film boyunca savunusunu yaptığı
eski değerlere sahip çıkma düşüncesinin altını son kez çizer.
Son
olarak filmin sorunsalı üzerinden bir değerlendirme yapacak olursak günümüzde
halen bir doğu batı tartışmasının yaşanmaya devam etmesi, sancılı modernleşme
döneminin özelliği olan vesayet yoluyla ilerlemenin sağlanması, kimliğin
merkezi olarak tanımlanmasının getirdiği bunalım gibi sorunların güncelliğini
koruması aradan geçen 51 yılı rağmen filmi dikkate alınması gereken bir eser
olarak karşımıza çıkarmaktadır.
Coşkun, E., (2009). Türk
Sinemasında Akım Araştırması. Ankara: Phoenix Yayınevi.
Kaynar, H., (2009). “Al Gözüm
Seyreyle Dünyayı: İstanbul ve Sinema.”, Kebikeç, 27, 1991-2020.
Kırel, S., (2005). Yeşilçam Öykü
Sineması. İstanbul:Babil Yayınları.
Onaran, Ş., A., (1994) Türk
Sineması. Kitle Yayınları, Birinci Cilt.
Saral G, Baylan, Y., (2016).
“Değişen Toplumsal Yapının Film İçeriklerine Yansıması: Kibar Feyzo ve Recep İvedik
Filmlerinin Greimas’ın Eyleyenler Örnekçesine Göre Çözümlenmesi.”, Global
Media Journal TR Edition, 6 (12), 332-354.
Şasa, A., (2003). Yeşilçam Günlüğü.
İstanbul: Gelenek Yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder