İmparatorluk yurttaşlarının kimliği ile özdeşleşen bu kent hem sakinleri hem de onu çalışma konusu yapan tarihçileri tarafından her zaman odakta tutulmuştur. İmparatorluğun idari sistemi dahi başkentin merkezde olduğu bir yapıyla örülmüştür. İmparatorluk sakinleri kendilerini Romalı görmüşler, İmparatorluğun bu yeni başkentine de bu yüzden Yeni Roma “Νέα Ῥώμη” olarak işaretlemişlerdir. Konstantinopolis kenti İmparatorluk ile öyle özdeşleştirilmiştir ki sanki zamandan ve mekândan bağımsız bir bütünlük gibi düşünülmüştür, öyle ki kentin mimari bileşenleri öteden beri araştırmacıların ilgisini çekmiş olsa da kentin kendi tarihi, değişimi ve dönüşü çok yeni bir araştırma alanı olmuştur. Oysaki bu kente adını veren Konstantin onun Şehirlerin Kraliçesi olması amacıyla inşa ettirmişti. Dindarlığını Mısır’ın Krallar Vadisi’ndeki VI. Ramses’in mezarındaki duvar yazılarına kadar ulaştıracak bu büyük hükümdar adına, inancına ve imparatorluğuna yaraşır bir başkenti kurduğuna yürekten inanıyordu. Ardılları da bu mirası sahiplenmiş ve günümüze kadar aktarılacak bir adı bizlere armağan etmiştir. Bu kente gelip giden onlarca farklı dildeki insanın yakıştırdığı sayısız isme rağmen Konstantinopolis’in adı İmparatorluk ile özdeşleşerek günümüze kadar aktarılmıştır. Bu kentte Roma’nın Truva’nın ve Kudüs’ün güzellikleri ve gizemleri birleştirilmişti. Bu üç kentin temsil ettiği her şey Konstantinopolis’te harmanlanmıştı. Konstantinopolis geleneğin, medeniyetin ve inancın başkenti olacaktır ve hem de öyle kalacaktır. Kentte ilk günden beri ihtişam gözetiliyordu, Roma’da olduğu gibi sakinlerine sadece ekmek değil gazyağı ve şarap da bedava dağıtılıyordu. Kent birçok kadim yerleşimde olduğu gibi sadece İmparatorluk ailesinin mülkü değildi. Zenginler kadar fakirler, asiller kadar göçmenler, askerler kadar tüccarlar da kentin ihtişamından yararlanıyordu. İmparatorluk adete Konstantinopolis için vardı. Konstantinopolis de İmparatorluğun bütün gücünü, ihtişamını ve itikadını gösterecek şekilde inşa edilmişti. İmparatorluğun uzun ve sancılı tarihiyle neredeyse örtüşecek şekilde Konstantinopolis’in de kendi özgün bir tarihi bulunmaktadır.
İmparatorluğun başkenti olarak Konstantinopolis kenti Büyük Konstantin tarafından 324 yılında Bizantion isimli eski bir yerleşim yeri üzerine inşa edilmiştir. Dördüncü yüzyılın başlarında Trakya’dan Anadolu’ya doğru ilerleyen ve Maritsa nehrinin düzgün ve azgın kollarını geçen Konstantin ile Licinius karşılarında dünyanın en eşsiz manzarasıyla karşılaşacaklardı. Bu düzlükler ne Mora’nın kızgın güneşini ne de Rodopların puslu yamaçlarını andırıyordu. Ilık boğaz havasını içine ilk kez çeken Konstantin’in neden inancına adayacağı yeni başkentini buraya kurmak istediğini hemen anlayabiliriz. Doğal limanlar, devasa bir iç deniz ve haliçler ile çevrilmiş bu eski yerleşim bir başkent için eşsiz güzellikte bir doğallığa, korunaklı bir sahaya ve yaşamak için sakin bir havaya sahiptir. Konstantin ile ilişkilendirilen dini bir öykü ile yakınlardaki daha iyi seçenekler gibi duran Khalkedon’un, Scutari’nin ya da Hellēspontos’un değil de Byzantion’un seçildiği meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Konstantin’in seçimi ister ilahi ister siyasi isterse coğrafi olsun artık kesindir. Yeni başkenti buraya inşa edilecektir. Konstantinopolis tarihte Hıristiyanlık için Hıristiyanlar tarafından inşa edilen ilk kent olacaktır. Bu yeni kent Roma kent mimarisinin temellerinden beslenmektedir ancak kenti Tanrı’nın ilahi amaçlarına yöneltmektedir. Öte yandan kentin Hıristiyan niteliğinin ne kadarının Konstantin’in imzasını taşıdığı Kazhdan tarafından sorgulanmaktadır. Öte yandan Ostrogorsky kentin tüm dini niteliklerine rağmen kenti kuran Konstantin’in siyasi hedefleri daha belirgindir. Konstantin ve ardılları uzun zaman boyunca Pontifex Maximus unvanını kullanmaya devam ederken Yeni Roma’nın Akropolis’inde eski tapınaklar, tanrı ve tanrıça heykelleri ile kadim Roma mitlerinin tasvirlerinin kentte bulunduğu ileri sürülmektedir. Büyük Konstantin’in döneminde kente sadece üç kilise inşa edilmiştir. Kentin ünlü surları ise dördüncü yüzyılın sonunda kentin Got istilası riskiyle yüzleşmesi neticesinde inşa edilmiştir. Sur içindeki on iki semtin yanına birisi Galata’da bir diğer Eyüp civarında iki banliyönün de eklenmesiyle toplamda on dört semtinde kentin beş sarayı, on dört kilisesi, sekizi halka açık olmak üzere yüz ellinin üzerindeki hamamı, dört limanı, ellinin üzerinde sütunlu caddesi ve dört bininin üzerinde hanesiyle muazzam bir yapılaşma örneğidir. İmparator I. Justinianus’un derlediği Corpus Juris Civilis’teki bir yasal zorunluluğa göre kent sakinlerinden kimsenin boğaz manzarasından mahrum kalmaması için yapıların yüksekliği sınırlandırılmıştır.
Liber insularum Archipelagi (1824), Bibliothèque nationale de France, Paris |
Beşinci yüzyıldan itibaren kentin tarihi tekrarlayan doğal afetlerle, yangınlarla, isyanlarla ve yağmalarla kesilmeye başlamıştır. Bu yangınlar, isyanlar ve yağmalar neticesinde kentte meydana gelen eksiklikler girişilen bayındırlık faaliyetleriyle yenilenmiştir. Kentin ana çizgisini oluşturan bu bayındırlık faaliyetlerinin kabaca yedinci yüzyıla kadar devam ettiğini söyleyebiliriz. İkonaklastik dönemler boyunca kent sakinlerinin eski zamanların güzellikleri içinde yaşadığını var sayabiliriz. Kentin kuruluş yıllarından kalan hamamlar terk edilmişti, limanlar bakımsızlıktan kullanılmaz hale gelmişti ve tiyatro eski ihtişamlı günlerini yitirmişti. Daha sonrasında yapılan çalışmalar artık Roma mimarisinin ihtiyaçlarından çok Hıristiyan tebaanın taleplerine göre şekillenmeye başlamıştı. Kiliseler, manastırlar ve ikonalar her zaman olduğundan daha önem sahibi olmaya başlamıştı. Onuncu yüzyıla kadar kent mimari az çok aynı kalmıştı. On birinci yüzyıldan sonra ise kentin tarihine yabancı uyruklu tacirlerin, gezginlerin ve askerlerin izini bırakmaya başladığını görüyoruz. Ticaret yapmaya, dünyanın merkezini görmeye ya da hacı olmaya niyet eden insanlar Avrupa’nın en uzak köşelerinden kopup Konstantinopolis’e akıyordu. Bireysel yolcuların yanı sıra İmparatorluk sınırları içinde ve Konstantinopolis’in periferisinde koloniler kuran Venedik ve Ceneviz gibi İtalyan Cumhuriyetleri kadar Kiev’den gelen Ruslar ve Kuzey’den gelen Vikingler de özgün izlerini kente bırakıyorlardı. On ikinci yüzyılda meydana gelen Haçlı istilasına kadar önemsiz görülen Latin kültürü bu tarihten sonra kenti yıpratan bir başka doğal afet gibi ele alınmalıdır. Latinlerin İmparatorluğu ele geçirdiği dönemde kente hâkim olan Avrupalılar Konstantinopolis’i adeta iğdiş etmiş geriye silik bir siluet bırakmışlardı. İznik’te yeniden yeşertilen İmparatorluk mirası 1261’den sonra Konstantinopolis’te yeniden kök salmaya başlayınca kentin güzelliklerini ortaya çıkaran yeni bir bayındırlık faaliyetine başlanmıştır. Ancak bu yenileşme çok uzun süreli olamamış on dördüncü yüzyıldan sonra ardı arkası kesilmeyen savaşlar ve ekonomik krizler kentin tüm mirasını paramparça etmiştir. 1453’te kent Türklerin eline geçene değin İmparatorluk mirası neredeyse tümüyle tüketilmiştir.
"Magnussønnenes saga", Snorre Sturlason, Kongesagaer, Kristiania 1899 |
İmparatorluk başkentinin sayısız ismi vardır. Bu isimler arasında Miklagarðr, coğrafi olarak en uzak olup da siyasi bir tabiiyet içinde olmayan tek toplum olan Vikinglerin verdiği isimdir. Gerçekten de Vikingler tarafından böyle bir isim verilmesini anlamak ve tartışmak gerekmektedir. Kuzeyin soğuk sularından yola çıkan Vikingler İmparatorluk başkenti olan Konstantinopolis’e çok sık gelmişler, burada ticaret yapmışlar, seyahat etmişler ve İmparatorluğa askerlik hizmetinde bulunmuşlardır.
“Haydi gidelim, karadan değil denizden
yaralım suları gemimizle Miklagarðr’den
aldıklarımızla Prens’ten, savaşlara atılalım!
kurdun dişlerini kızıla boyayalım! Ah!
şu muhteşem kralı onurlandıralım.”
Rǫgnvaldr jarl Kali Kolsson, Lausavísur: 31
Viking diyarlarından gelen tüccarlar, askerler ve seyyahlar buraya muhteşem kent adını vermiştir. Etimolojik olarak ise Miklagarðr kelimesi iki parçadan oluşmaktadır. “Mikla” kelimesi büyük, muhteşem anlamına gelirken, kelimenin ikinci parçası olan “garðr” ise bahçe, yurt anlamına gelmektedir. Böyle olunca Konstantinopolis’e verilen bu isim Viking yaşamının zirai kültürle olan bağlantısını göstermektedir. Bu isim sayısız Viking metninde ve İskandinavya’nın çeşitli kült merkezlerine dikilmiş run taşlarında karşımıza çıkmaktadır. Kendi küçük yerleşimlerine kıyasla Konstantinopolis büyüklüğü ve görkemiyle Vikingleri derinden etkilemiştir. Hipodromu, sarayları ve meydanlarıyla bu kent Vikingler tarafından çokça beğenilmiştir.
Konstantinopolis’te, yani kendi deyimleriyle Miklagarðr’da dokuzuncu yüzyıldan itibaren Vikinglerin olduğunu biliyoruz. Önce kısa aralıklarla sonra da uzun sürelerde kentte Vikingler bulunmuştur. Miklagarðr’da yaşayan ve İmparatorluğa Vareng Muhafızı olarak hizmet veren Vikingler arasında en ünlüsü Harald Sigurdsson’dur. Viking kaynaklarının “harðráði” unvanıyla andığı Harald Sigurdsson Konstantinopolis’te geçirdiği yılların ardından ülkesine dönmüş Norveç tahtına oturmuş ve İngiliz tahtına göz dikerek yeni maceralara girişmiştir. Harald Sigurdsson’un Miklagarðr’da geçirdiği yıllar Snorri Sturluson ve Saxo Grammaticus tarafından kaleme alınmıştır.
Harald Sigurdsson’dan sonra Miklagarðr’a gelen Vikinglerden en ünlüsü belki de I. Sigurd Magnusson’du. Kudüs’e ulaşmak isteyen Norveçlerin Kralı başkente görkemli bir giriş yapmış ve “Jórsalafari” unvanıyla anılmaya başlanmıştır. Haçlı Seferleri içinde düşünülen onun yolculuğu kutsal topraklara ulaşan ilk kral olarak işaretlenmektedir. İskandinavya’da on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca sürdürülen arkeolojik kazılarda bulunan sayısız dokuma örnekleri ve sikkeler Vikinglerin Miklagarðr ile bağlantısını kanıtlamaktadır. Öte yandan son yıllarda İstanbul’un Küçükçekmece gibi semtlerinde yapılan daha kazılar da kentteki Viking varlığını daha açık şekilde göstermektedir. Aya Sofya’daki grafitilerden sonra İstanbul’da bulunan bu somut deliller Konstantinopolis ile Vikinglerin ilişkisinin tarihini daha da derinleştirmiştir.
Güncel Tarih’e destek olmak için lütfen tıklayınız…
Yararlanılan Kaynaklar:
Sigfús Blöndal, The Varangians of Byzantium, Cambridge: Cambridge University Press, 1978.
Élisabeth Piltz, De la Scandinavie à Byzance, Médiévales, 1987: 12, s. 11-17
Alexander P. Kazhdan, The Oxford Dictionary of Byzantium, Oxford: Oxford University Press, 1991.
Liz James, A Companion to Byzantium, Oxford: Wiley-Blackwell, 2010.
Nevra Necipoğlu, Byzantium between the Ottomans and the Latins, Cambridge: Cambridge University Press, 2009.
Sverrir Jakobsson, The Varangians: In God’s Holy Fire, Londra: Palgrave Macmillan, 2020.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder