Payitaht Düşerken: Hürriyet ve Vatandaş

23 Haziran 1908 günü Manastır’da ilan edilen beyannamesi ile başlayan Hürriyet, Osmanlı İmparatorluğunda ikinci kez bir Meşrutiyet denemesidir. Bu tarihimizde "ictimaî inkılâb" diye nitelenen sosyal devrimin bir nevi başlangıcına işaret etmektedir. Hürriyeti isteyenler ülkelerinde yeni bir insan dokusunu hayal ediyordu. Hürriyet’in ne demek olduğunu uzun süre dönemin aktörleri de tartışacaktı. Adalet talepleriyle aslında onlar Osmanlı tebaasının da vatandaş olmasını istiyorlardı. Temel hak ve özgürlükleri Kanun-ı Esasi güvencesi altında, oy kullanabilen ve siyasal ve sosyal olarak toplumda var olabilen insanlar olmak istiyorlardı. Eğitim’den Sağlık’a, Askeriye’den Maliye’ye devlet ile vatandaşın karşı karşıya geldiği her yerde bir bilinç tellaki ediyorlardı. Kul değil vatandaş olmak istiyorlardı. Ancak tüm bu niyetlerine rağmen Mustafa Kemal’in idealizminden ve kararlılığından yoksundular. Yıldız Sarayı’ndaki istibdatçı kadroların tasfiyesini sağladıkları ve Namık Kemal’in uzun yıllarca baskılanan görüşlerini iktidara taşıdılar ama gerçek bir vatandaş kimliği yaratamadılar. Payitaht’ı düşmekten kurtaramadılar ama gelecek olan gerçek kurtuluş için zaman kazandırdılar. 

İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Manastır vilayetinde sokaklara asılan ve çeşitli ülkelerin dış temsilciliklerine 23 Haziran 1908’dan sonra gönderilen bu beyanname görev başındaki Osmanlı hükümetini gayri meşru olarak niteliyordu. Amaçlarının milletin açık ve meşru haklarını geri alması olduğunu söyleyen beyanname meşruiyete giden yolu açan ilk siyasi adımdır. Buna göre Padişah ile Millet arasına giren şehvet esirleri ve ikbal sarhoşları ülkedeki kötü gidişatın sorumlusudur. Tarık Zafer Tunaya devrimcilerdeki bu oportünist tutumun kısa sürede değiştiğini ve muhafazakâr yapılarını bırakarak Abdulhamit’i de hedef aldıklarını söylemektedir. Hürriyetin ilanı Yakınçağ Türk tarihi açısından önemli bir kırılma anı olsa da II. Meşrutiyet, daha önceki yenileşme ve modernleşme çabalarının devamı olarak algılanmalıdır. Lale Devri ile başlayıp Tanzimat, Islahat ve I. Meşrutiyet dönemleriyle tamamlanan bu hareket, uzun soluklu batılılaşma serüveninin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.[1]

Bu noktadan sonra Osmanlı’nın Rumeli topraklarında yapılan sayısız toplantı ve yürüyüşler gelmekte olan dönüşüm ayak sesleridir. Payitaht’a sayısız telgraf gönderilmiş ve protestolar bildirilmiştir. Tüm toplantıların ve çekilen telgrafların teki bir talebi vardır o da kapatılan Mebusan Meclisi’nin yeniden açılmasıdır. Devrimciler Abdulhamit’in meclisi açmaması halinde askeri baskıyı da devreye sokacaklarını ifade etmeye başlamıştır. Osmanlılar ilk kez halkın da siyasi talepler de bulunduğu görmektedir. Bu zamana kadar askeri ve siyasi güç sahipleri, ayan ve çıkar grupları taleplerde bulunurken ilk kez halk da sokağa inmiştir. En azından Rumeli’de. 

Hürriyetin Sorumluları: İttihat ve Terakki Cemiyeti

Manastır vilayetinde bildirinin okunduğu meydana Hürriyet Meydanı adı verilmişti. İstanbul’da ise halk şaşkındı, kimi toplar atıldı, küçük çaplı nümayişler yapıldı. Mektebi Harbiye’de bir öğretmen olan Vehip Bey bir topun üzerine çıkarak halka hürriyetin ne ifade ettiğini izah etmişti. Halk ilk kez burada hürriyetin ne anlama geldiğini otuz yıllık istibdatın nasıl bittiğini burada duymuştu. Hürriyeti ilan edenlerin hürriyetten ne anladıkları sadece bir cümle ile ifade ediliyordu: “Padişah ile halk arasındaki kafes kırılmıştı.” Heyecanlı dakikalar Yıldız Sarayı’ndaki telaşı artırmış, Abdulhamit ani bir karar ile sadrazamını değiştirmiştir. Kâmil Paşa’nın görevden alınıp yerine Sait Paşa’nın alındığı 24 Temmuz 1908 tarihli açıklamada Meclis’in açıldığı ve seçimlerin yapılacağı da ilan ediliyordu. Saray’da bunun kan dökülmemesi ve yurtdışından bir müdahale olmaması için çare olacağı savunuluyordu.

Hürriyet’in resmen de ilan edilmesi Rumeli’de bir bayram havası yaşatıyorken Payitaht’ta şaşkınlık ve sessizlik vardı. Otuz yıl süren siyasi baskı nihayete ermiş gibi görülse de halk bunu henüz idrak edememişti. Siyasi suçlar affediliyor, jurnalcilik kaldırılıyor, basındaki sansüre son veriliyor, demokratik hak ve özgürlükler yeniden tanınıyordu. Tüm bu çabalar ise yetmeyecek ve on beş sene içinde koskoca İmparatorluk’tan geri kalan ne varsa tuzla buz olacaktı. Tarihin doğru tarafında yer almakla sınanan Payitaht’ın sakinleri ne yapacaklarını tam da bilemiyorlardı. Tedirginlerdi, yetersizlerdi ve çaresizlerdi. Önlerinde hasta yatağında can çekişen bir egemenlik son bir kuvvetle ayağa kaldırılmaya çalışılıyordu. 

Elisa Zonaro'nun objektifinden Abdülhamid
Kaynak: X/@nadidefotograf

Esasında olan 23 Temmuz 1908 tarihinde “Hürriyetin İlanı” ile Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Abdülhamit’in otuz yıldan fazla süren baskıcı rejimi sona verilmesidir. Kanun- u Esasi yeniden yürürlüğe konarak, mutlak monarşiye son verilerek siyasal rejim meşruti monarşi haline dönüştürülmüştür. Meşrutiyeti ilan edenler, Kanun-u Esasi’nin yeniden yürürlüğe girmesi ve tüm Osmanlı unsurlarının mecliste temsili ile devletin çöküşüne dur denilebileceğine inanmışlardı. Amaçları bir “Osmanlı” kimliği altında tüm unsurların “ittihat”ını (birleştirme) sağlamak ve ülkeyi “terakki” (ilerleme, yükseltme) ettirmekti. Bu tarih daha sonra II. Meşrutiyet döneminde de hem yeni rejimin meşruiyetini sağlamak hem de bir “Osmanlı” kimliği yaratma amacına hizmet etmek üzere bir ulusal bayram olarak dahi kutlanmıştır.[2]

Payitaht’ın düşmesine neden olacak olaylar içerde ve dışarda bulunan birden çok aktörün rolüyle gerçekleşecek, hastaya verilen son acı reçete olan İkinci Meşrutiyet de ölümden kurtulmaya yetmeyecekti. Hastanın başında ölümden doğacak mirası paylaşmayı bekleyen gözü aç “düveli muazzama” olaylara provakatif ve proaktif cevaplar vermekten hiç geri durmamıştı. Ardı arkasına patlak veren grevler, her gün bir başkası yaşanan suikastlar şüphesiz günlük hayatın rutinini tümüyle bozmuştu. Ülke bu şekilde karma karışık iken Türklerin egemenliği kendi ellerine almaları, kaderlerine hâkim olmaları asla beklenmiyordu. Borçlar, çıkarlar ve azınlıklar gibi meselelerde Türklere sıra bir türlü gelmiyordu, onlara göre söz sahibi sadece onlardı. İmparatorluğun eski vilayetleri kendi ulusal egemenliklerini ilan ederken Türkler sadece zira kendilerine ait olan hanedanın egemenliği kaybetmesini seyretmekle yetiniyordu. 

Payitaht’ta Hürriyeti’nin ilanından sonra Meclis açılmıştı açılmasına ama Bulgarların bağımsızlığı, Boşnakların ilhakı, Girit’in elden çıkması, 31 Mart olayları, Osmanlı ülkesinin dört bir yanında patlak veren isyanlar, batılı güçlerin birer ikişer ülkeye ayak basması gibi sayısız olayı topyekûn bir savaşın, yani Balkan Savaşları’nın da başlamasıyla iyiden iyiye tarihin seyri değişiyordu. Payitaht göz göre göre düşüyordu. Bunun engelleyebilecek hiçbir güç de ortada yoktu. Çeşitli siyasi gruplar ortaya çıkmış ülkenin acı sonuna dair umut olabileceklerini iddia ediyordu. Ancak hiçbirisinin bütüncül bir anlayışı yoktu, halkta ise karşılıklarının bulunduğunu iddia etmek ise mümkün dahi değildi. Tüm bürokrasi siyasi çekişmelerin içinde paramparça olmuş, işleyen bir devler organizması hiçbir yerde bulunmuyordu. Gazetelerde sütunlar dolusu siyasi tartışmaların ise Payitaht’ın düşüşüne engel olabileceğini kimse düşünmüyordu. Siyasi parçalanmışlık, askeri ve ekonomik çöküş ve kaybolan eski egemenlik ülkenin tümünü saran sinsi umutsuzluğun ana kaynağıydı. 

Hürriyet'in ilan edildiği Manastır'daki
Hürriyet Caddesi

Meşruiyetin yeniden tesis edilmesi için Hürriyet’in ilan edilmesi yeterli değildi kuşkusuz. Rafa kaldırılan Anayasa da yeniden yürürlüğe konuldu. 17 Aralık 1908’te meclis yeniden toplandığında Padişah II. Abdülhamit altın işlemeli saltanat arabasıyla Ayasofya’nın karşısındaki binada hazır bulunmuştu. Seçimlerin yapılmasıyla yeniden toplanan bu Meclis’in ilk icraatı ise tıkanan rejimi açmak için öteden beri bekleyen Anayasal reformları yapmaktı. Anayasacılık Tarihimizin belki de en köklü değişimlerden birisi olacak 1909 Anayasa Değişikliği de bu çalışmaların bir ürünüydü. Parlamenter bir rejimini kurulabilmesi için gerek duyulan kişisel haklar ve özgürlükler yeniden kurulmuştu. Toplanma özgürlüğü önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmıştı. Osmanlılar çok partili bir hayata geçerken Hürriyet’in ilk on yılında dört genel seçim yapılmış ve canlı bir siyasi hayat kendisini göstermiştir. İkinci Meşruiyet dönemi olarak andığımız Payitaht’ın son demleri tam yirmi dört ayrı hükümet kurulmuşsa da hiçbirinde Osmanlıların tarih sahnesinden çekilmesini engelleyebilecek güç ve kabiliyet bulunmamaktadır.

Osmanlıların yeniden seçimlerle ve özgürlüklerle tanıştığı bu ikinci dönemde sayısız suikastlar, darbeler ve seçimler rejimi kurtaramamıştır. İçeride ve dışarıda yaşanan onca askeri gelişmeye yeterince cevap verebilecek ortaya çıkamamıştır. Hukuk asla olağan seyrine dönememiştir. Olağan olmayan günler yaşayan bu insanlar asla olağan bir düzeni de inşa edememişlerdir. Yılmaz bir devrimci olarak Mustafa Kemal’in ortaya çıkmasına henüz vakit vardır. Yaşanan toprak ve insan kayıplarına, siyasi ve ekonomik onca kayba rağmen Meşruiyet insanımızın tebaa olmaktan çıkıp kendisini bu ülkenin sorumlu bir yurttaşı olarak hissetmeye başladığı ilk denemeleri sağlamıştır. Gazetelerde yazılanlar, kahvehanelerde konuşulanlar, sokakta yankılananlar bir işe yaramamışsa en azından bir bilinci uyandırmıştır. Ancak uyanan sadece Türklerin siyasal bilinci değildi, hatta onlardan çok önce İmparatorluğun diğer milletlerinde bu bilincin uyandığını söyleyebilmekteyiz. Zafer Toprak bunu özellikle azınlıkların kültürel, ticari ve sosyal olarak toplum içindeki rolleriyle ilişkili görmektedir. Okur yazarlığı olan, seyahat ve ticaret hakkı bulunan, dünyayı takip eden azınlıklar unutulmuş, okur yazar olmayan ve ekonomik olarak karnını dahi zor doyuran Türklerden kat be kat üstün durumdadır. Bu üstünlüklerini de yeri ve zamanı geldiğinde siyasi ve ekonomik çıkarları için kullanmaları kadar doğal bir durum yoktur. 

Osmanlılarda ortaçağ imparatorluklarında sıklıkla gördüğümüz gibi toplum bileşenleri dini kimlikleri üzerinden bölünmüştür. Bulgarlar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutlar, Boşnaklar, Sırplar vs vs. Tüm bunların her birisi Payitaht’ta kendilerine ait kiliseleri eliyle temsil edilir, vergilendirilir ve idare ediliri. Ortaçağ’a ait tüm bu kimlikler dini birer hüviyet taşırken Fransız devriminden sonra hızla ulusal birer nitelik kazandı ve aslen bir Türk imparatorluğu olan Osmanlılardan birer ikişer hak ve özgürlüklerini aldılar. Bazıları ulusal egemenliklerini dahi kazanmışlardı. Ancak imparatorluğun asli unsuru olan Türklerin ne bir temsilcisi ne de savunucusu vardı. Doğaldır. Zira imparatorluğun kendisi Türk’tü, ancak bir hanedan olarak Osmanlılar mensubu oldukları milleti değil kendilerini temsil ediyordu. İşte ilan edilen Meşrutiyet bu durumun yarattığı fikri ve kültürel çatışmanın bir ürünüydü. 

Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye, İstanbul

Yetişmiş, dil bilen ve dünyadaki gelişmeleri takip eden bir avuç Türk aydını kendilerinden bildikleri imparatorluktan her geçen gün birer ikişer koparılan ulusal kimlikler karşısında tepkisel bir kimlik inşasını talep ettiler. Anayasalcılık ve egemenlik arayışımızın temelinde hanedanın dışında başka Türklerin de güç talebiydi. On yıllar boyunca ezilen ve unutulan Türklerin ani bir siyasal hareket sonucunda iktidara gelmesi ortada açık bir kimlik bunalımı da doğuracaktır. Tarık Zafer Tunaya bu bunalımı “éthique” değerler olarak ifade etmektedir. Hürriyeti ilan ederlerin aklında olanlar kesindir ama gönüllerinden geçenleri ise açıkça müphem olarak ifade edebiliriz. Mustafa Kemal’in idealleri henüz ortada değilken Türklük bilincinin yükselmesinin siyaseten ve kültürel olarak ifade edilmesi de mümkün görülmemektedir. İktidara el konulmuş, icraatın başına geçilmiş ancak bilinç uyandırılamıyordu. Hala gözler Padişah’a takılı kalmıştı, egemenlik halkla paylaştırılamıyor, siyasi erklerin ayrımı gündeme dahi gelemiyordu. Bunun sonucu da Hürriyetin bir anda tek parti iktidarına dönüşmesi olmuştur.

Fransız devrimine ait “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” ilkeleri Tanzimat içinde kendisine “Hürriyet (Özgürlük), Adalet, Musâvât (Eşitlik)" olarak yer bulmuştur. Türk tarihinde vatan, millet ve hürriyet kavramlarından ise bilinçli olarak ilk bahseden ise Namık Kemal’dir. Ölümsüzlüğe ulaşan Namık Kemal’in mirası ise Osmanlı’nın çorak toprağında kendisine hala nefes alabilecek yerler bulabiliyordu. Namık Kemal’in beslendiği ana nehir olaran Fransız Devrimi bir türlü tam olarak anlaşılamıyordu. Fransız Devrimindeki Kardeşliğin yerine Osmanlı Tanzimatı’nda Adalet gelmişti. Tanzimatı talep edenler, Hürriyet’in ilanı için canla başla uğraşanlar, egemenliği yeniden düzenlemek isteyenler birbirleriyle kardeşçe yaşamayı değil Padişah’tan adaletli olmasını bekliyorlardı. Payitaht’ın yaklaşmakta olan nihai ölümüne giden uzun ve dolambaçlı yolun taşları da böyle döşeniyordu. Padişahtan egemenliği paylaşmasını isteyenler dahi onun egemenlik hakkına itiraz etmiyordu. Fransız devriminden belki de en büyük farkları taleplerindeki bu alçakgönüllülüktü. Onlar hala Padişah’ın tebaasıydı ve öyle de kalmakta bir sorun görmüyorlardı.

Zafer Toprak’ın aktardığına göre Riyaset mevkiinde oturan dini reis Ütüciyan Efendi yaptığı açış konuşmasında Kanun-ı Esasi'nin tekrar yürürlüğe konuşu nedeniyle tüm Ermenilerin şükran borcunu dile getirmiş, "bundan böyle Osmanlı nâmı altında yaşıyacak olan Türklerle Ermeniler beyninde hiçbir nifak kalmadığını ve cümlesi kardeş olarak müttehiden memleketlerinin terakki ve tealisine çalışacaklarını" açıklamıştı. Böylece kardeşliğin Ermeniler tarafından alındığını, Türklerin ise adil olmayı talep ettiklerini görüyoruz. Ne kadar adaleti sağlayabildikleri ise başka bir tartışma konusudur. İttihatçılar vatanseverdi, ancak devlet tecrübeleri yoktu ve ilanını istedikleri Hürriyeti tesis edememişlerdi. Meşrutiyet yönetimi devleti dağılmaktan kurtaramadı. Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti, Avusturya Bosna-Hersek’i, İtalya Trablusgarb’ı ilhak etti, Girit Yunanistan’a katıldı, Makedonya ve Ermeni sorunları arttı. Balkan savaşlarıyla Rumeli kaybedildi, Arnavutluk kuruldu, 4 genel seçim yapıldı, 14 hükümet kuruldu; suikastlar, hükümet darbeleri, örfi idare ve meclis fesihleri görüldü.[3] Tüm bunların neticesinde yüzyıllarda ayakta duran, sallantılı bu ulu ağaç kurudu ve devrildi. Yerine ise Anadolu bozkırında taptaze bir filiz yeşertildi. Bu taze filizin adı Türkiye Cumhuriyeti, mimarı ise ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’tü.  


Doç. Dr. Selahattin ÖZKAN

Güncel Tarih’e destek olmak için lütfen tıklayınız


 

Kaynaklar:


Tarık Zafer Tunaya, Hürriyet’in İlanı, Cumhuriyet, 1998.

Zafer Toprak, “Hürriyetin İlânı ve Ermeni Tüccarlar”, Tarih ve Toplum, sayı 55, Temmuz 1988, s. 43-45.

Zafer Toprak, “80. Yıldönümünde `Hürriyetin İlânı’ (1908) ve `Rehber-i İttihad’”, Toplum ve Bilim, sayı 42, Yaz 1988, s.157-173.

Sanem Yamak, Meşrutiyetin Bayramı: “10 Temmuz Îd-i Millisi”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 2008: 38, s. s. 323 - 342.

İhsan Burak Birecikli, Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet’in İlanı Üzerine Bir İnceleme, Akademik Bakış, 2: 3, 2008, s. 211 - 226.

Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul: Alfa Yayınları, 2015.

 



[1] Birecikli, 2008, s. 212

[2] Yamak, 2008, s. 326

[3] Birecikli, 2008, s. 222


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder