Tarih biliminin toplumsallaşması
adına sinemanın önemi muazzamdır. Ortak hafızamızın yenilenmesi için birçok
kişinin edinmediği kitap okuma alışkanlığı yerine sinema sanatının canlı ve
renkli yaratıcılığı kişilerin önemli olaylara ilişkin bilgi edinmesini
kolaylaştırmıştır. Sinema ortaya çıktığı yirminci yüzyılın başlarından bu yana
teknolojisini durmaksızın artırmış, kimi zaman bilimsel gelişmelerin tarihini
ve oluşum süreçlerini perdeye yansıtırken kimi zaman ise yaratıcılığı ile kimi
teknolojik gelişmeleri tetiklemiştir.
Sinemacıların on dokuzuncu yüzyıldaki fütüristlerin görevlerini üstlendiği bazı filmlerin ise değeri zaman ilerledikçe artmıştır.
Sinemacıların on dokuzuncu yüzyıldaki fütüristlerin görevlerini üstlendiği bazı filmlerin ise değeri zaman ilerledikçe artmıştır.
Tarihimizdeki hikayelerin perdeye
izdüşümleri kimi zaman kurgusal bir bütünlük içinde verilirken kimi zaman ise
bilimsel bir çerçevede belgelendirilmiştir. Belgesel sinema yada kurgusal
sinema olsun tarih sinemanın her zaman ilgi odağında olmuştur. İnsanlığın ortak
hazinesi olan destanlar, hikayeler ve kahramanlıklar perdede yansıdıkça
izleyiciler geçmişleriyle bağ kurmuşlardır. Tarih kitaplarının kuru ve yalın
anlatımından sıyrılıp, dramatize edilmiş ve ustaca kurgulanmış görüntüler eşliğinde
o anı yeniden yaşanıyor, böylece tarihe filmler eliyle tanıklık ediliyordu. Ben
de yaratıcılığı ile büyük beğeni kazanan filmleri sıralamak, tarihe tanıklık
etmek isteyen kimselerin bilgisine sunmak istedim.
Listeyi yaparken kimi yerde
filmlerin konusu hakkında bilgiler yazdım. O yüzden ilgili filmleri henüz
izlemeyenleri bu uyarıyı dikkate alarak yazıyı okumalarını tavsiye ederim. En azından bu
filmleri izlemeyenleriniz varsa yakın zamanda izlemenizi ve bilgilerinizi
tazelemenizi isterim.
Bronenosets Potyomkin
Sovyet sinemasının bu abidevi
eserinde yönetmen Sergei Eisentein, sessiz sinama çağının son devirlerinde
ustalıkta yaratıcılığını konuşturuyor. Yetmiş beş dakikalık bu sinematik
destanın yarattığı etki neredeyse kendisinden sonra çekilin bütün savaş
filmlerini derinden etkilemiştir. Film, Sovyet devriminin temel mihenk
taşlarından birisi olan Potemkin zırhlısındaki ayaklanmayı ustaca beyaz perdeye
aktarmayı başarmıştır. Dönemindeki teknik yetersizliğe rağmen filmin gerek
dramatik öğeleri gerekse tarihi canlandırmadaki yeteneği izleyenleri
büyülmektedir. Filmin çekildiği tarihin de filmin anlattığı tarih kadar önemi
vardır. Film tarihi ayaklanmanın yirminci yılında çekilmiştir. Ayrıca filmdeki
dramatik başarı ve söz söyleme cesaretinin arkasında Sovyetlerdeki derin
büroktarikleşmenin sansürünün henüz sanatçılarının başına musallat olmaması da
vardır.
Film sesli Hollywood sinemasının
aksine Rus sessiz sinemasını kullandığı tiyatral öğelere sıklıkla başvurmuş,
destansı bir görsellikle Potemkin zırhlısında yaşananları, ayaklanmanın
nedenlerini, geminin yanaştığı Odessa limanında yaşananları, halkın heyacanını ve
askerlerin hezeyanını perdeye aksettirmiştir. Film yıllarca sanat çevrelerini
etkilemiş, birçok filmde atfedilmiş ve birçok yazar, şair ve ressama iham
vermiştir. Film Avrupa’da birçok sinemada gösterim şansı bulmuş, günün olanca
ideolojik kutuplaşmasına rağmen sansüre uğramamıştır. Sovyet devriminin tarihi
ve ideolojik temellerinden olan ve ayaklanmanın meşru düşünsel zeminini çizen
bu anıtsal sinema filmi izlenmeyi ve içinden dersler edinmeyi bekliyor.
Viva Zapata
Memleketlimiz Elia Kazan’ın Oscar
ödüllü filmi, esas olarak Edgcomb Pincgon’un “Fethedilemez Zapata” isimli
kitabından John Steibeck tarafından senaryolaştırılmıştır. Meksikalı büyük
devrimci Emiliano Zapata’yı ise usta oyuncu Marlon Brando canlandırmıştır.
Kazan filmin dönemini yansıtması için ustalıkla çalışmış, Zapata’yı ve
Meksikalı devrimcileri filminde destanlaştırmıştır.
Filmde Marlon Brando’nun
canlandırdığı Meksika devriminin efsanevi karakteri Zapata, barışçıl yollardan
çözüm bulamadığı sorunlarını silahla çözmek zorunda kalan, halkını ve haklı
mücadelesini onurlandıran bir savaşçı olarak portrelenir. Kardeşi Eufemio’yu
canlandıran Anthony Quinn’in Oscar ile payalendiği filmde Brando’da en iyi
başrol için yarışır ancak kazanamaz. Brando bu ve 1950’li yıllarca çevirdiği
bütün filmlerde en iyi erkek aktör dalında sürekli Oscar’a aday gösterilir.
Hepsini kaybeder. 1972 yılı yapımı ilk Godfaher filmiyle yıllardır aday
gösterildiği heykelciği bu kez kendisi reddeder ve Oscar tarihinde Oscar
ödülünü reddeden ikinci aktör olarak tarihe geçer. Brando Zapata’da ve diğer
bütün canlandırdığı karakterlerde hafızalara kazınır ve sinema tarihine altın
harflerle geçer.
Zapata Meksika devriminin
önderlerinden bir tanesidir ancak asla başa oynamamıştır. Meksika halkının
refahı için koltuk ve iktidar hırsına kapılmamış, basit yaşamını sürdürmeyi
yeğlemiştir. Kuzey Meksika’daki halk önderi Panço Villa ile birlikte Francisco
Madero altında kompradorlara karşı mücadele verir. İşbirlikçi toprak ağaları ve
İspanyol sömürge valilerinin iktidarları yıkılınca Zapata’nın desteklediği yerli
siyaset adamı olan Madero, Meksika’nın ilk yerli devlet başkanı olur. Zapata
mücadelesini tamamlamış ve iktidarın değişmesinde kilit rol oynamıştır. Halkın
talepleri artık Zapata ve diğer devrimciler sayesinde karşılanır olmuştur.
Zapata filmde hem inançlı bir devrimci hem de silahlı mücadeleden sıyrılıp
basit yaşama dönmeyi isteyen sıradan bir insan olarak tasvir edilmiş,
karakteristik olarak Zapata’nın insancıllığının altını çizilmiştir.
Desirée
Napolyon’un sevgilileri arasından
en güç ve kudret sahibi olarak gösterilen, siyasi manevraları ile Napolyon’dan
sonraki yaşamı için kendisini sağlama alabilen ve güçlü aile bağları sayesinde
kendi ülkesine sahip olan Bernardine Eugenie Desiree Clay’in haya hikayesine
odaklanan film Henry Koster tarafından çekilmiştir. Marlon Brondo’nun
Napolyon’u yan rol olarak canlandırdığı film, Desiree adını hiç sevmeye bu
tarihi kişiliği kendisini en iyi yansıtan ama hiç kullanmadığı isimle
ölümsüzleştirerek çelişkili bir iş yapmıştır.
İsveç ve Norveç kraliçesi oluşu,
Napolyon ile tanışması ve siyaseti ile özel hayatı harmanlayan kişisel
tercihleriyle güçlü bir kişilik sahibi olan Desiree Marsilyalı zengin bir
ailenin şımarık bir evladı olarak zenginliğin ve seçkinliğin kazanımlarını
kendi arzuları için kullanmayı bilmiştir. Uzun yaşamı boyunca, güzelliğini ve
seçkinliğini zekasıyla birleştirip güçlü adamların zayıf yanlarıyla oynamış,
dünyaya hükmettiğini sanan erkekleri yola getirmeyi ve kendi arzularını
gerçekleştirmeyi bilmiştir. Döneminin ruhunu yansıtan kostüm ve mizansenleriyle
oldukça başarılı bu yapım Fransız tarihinin Napolyon ile özdeşleşen dönemlerine
farklı bir pencereden perde aralıyor.
Helen of Troy
Truvalılar ile Spartalılar
arasındaki savaşın destansı öyküsü batılı tarihçilerin her zaman ilgisini
çekmiştir. Homeros’un tarihi lirik eseri İlyada’da anlatılan bu öyküye göre
Helen ve Paris arasındaki tutkulu yasak aşk Helen’in kocasının bu ilişkiyi
öğrenmesiyle tam bir trajediye döner. Menelaus, karısını elinden çalan Paris’in
şehri olan Truva’ya tarihin gördüğü en büyük askeri çıkarmalardan birisini
gerçekleştirir. Şehir tarumar edilir ve Helen’in aşağıladığı Sparta onuru
yenilenir. İlyada’da yer alan öyküye kıyasla daha dramatize edilmiş ve onlarca
yıllık Sparta-Truva sömürge/egemenlik savaşını göz ardı edip olayı aşka
indirgeyen yapım yine de izleyiciye keyifli anlar ve eğitici dakikalar
yaşatıyor.
Helen’in mitolojik güzelliği ve
Truva’dan gelen Paris’in onursuzca davranışları alt metinde eleştiriliyor.
Paris, Truva ve aslında İyonya(Anadolu)’nın Sparta ve aslında Helenistan
medeniyetindeki aşağı konumunu simgeliyor. Filmde ve Homerosun destanında
tasvir edilern güzelliğin ve Paris’in düştüğü hatadan kaynaklanan savaşın
getirdiği uğursuzluğun nedenselliği üzerinde durulmuyor. Bu nokta biraz izleyiciye
bırakılıyor. Ancak alt metinde kast edilenin Yunan medeniyeti karşısında doğulu
olan bir toplumun gafleti olduğu çok açıktır. Truva doğulu olması nedeniyle
zaten baştan kaybetmiştir. Doğulu/Batılı kavgasının en destansı ifadesi olan
Truva savaşının bu ilk epik uyarlaması olan “Helen of Troy” filmi bütün
önyargılı bakış açısına rağmen izlenmeye değer.
Film hakkında bir ayrıntı detay
daha filmde Helen rolünü oynayan Rossana Podesta’nın küçük yardımcısı Andraste
rolünde genç Brigitte Bardot’uyu görmek de bir hayli heyecan verici. Bardot
kariyerinin başlarında gözlendiği bu filmde küçük bir rol kapmış ve perdede
kendi aksini gözlemleyebilmiştir. Bardot daha sonra dünyanın büyük bir ilgisine
mazhar olacak, sinemada kadın cinselliğinin tanrısal bir ifadesi olacaktır.
Filmde ve Homores’un İlyada’sınndaki Helen’in büyüleyici güzelliği yanında
Bardot bir hizmetçi kız rolüyle de olsa kendisini hissettirmeyi bilmiştir.
Spartacus
The Alamo
Hollywood sinemasının unutulmaz
asker karakter oyuncusu John Wayne tarafından yönetilip, oynanan bu tarihi film
Texas tarihine bir bakış atmaktadır. Amerikan devrimi ardından Meksikalı
devrimcilerin de İspanyol sömürge yönetimine ayaklanmasıyla Kuzey Amerika’daki
son komprador yönetimler de yıkılmaya başlamıştı. Texas bu dönemde hem İspanyol
valilerine hem de Meksika devletine karşı bağımsızlığını kazanır. 1824
anayasası çerçevesinde Orta ve Kuzey Amerika kıtalarında büyük birlik kuran ilk
Meksika devleti Texas’taki devrimcilerle karşı karşıya gelir. Teksaslılar
Meksika birliğine katılmazlar. Mücadele dönemi de böylece başlamıştır.
Lawrence of Arabia
İngiliz istihbaratının sinsiliği
ve iş bitiriciliği dillere destandır. İngiliz insanının kurnaz zekâsıyla,
diplomasinin ve siyasetinin kurnaz oyunlarıyla sömürge sonrası yeni dünyada
İngiliz ticari çıkarlarının devamı için yerli işbirlikçileri nasıl elde
ettikleri dilden dile geçmiştir. İngiliz gizli ajanlarının dünyanın dört bir
yanında Kraliçe ve yüksek İngiliz çıkarlarının yılmaz savunucuları olarak
verdikleri akıl dolu oyunlar romanlara, kitaplara ve filmlere sığmaz olmuştur.
Sömürge sonrası dünyada hızla kurulan ulus devletlerin İngiliz çıkarlarıyla eş
güdüm halinde var olmasını hep bu ajanlar sağlamıştır. İşte Thomas Edward
Lawrence da böyle bir ajandır. Osmanlı’nın çözülmesi sırasında Orta doğuda
yaşanan istihbarat savaşlarında Lawrence ve diğer büyün İngiliz ajanları
Arapların Osmanlı’ya karşı ayaklanması için çabalamıştır.
Bu insanüstü çabayı perdeye
yansıtan 1962 yapımı film, birçok tarihi hataya düşmekte ve genel olarak
Lawrence’ın kendi otobiyografisine dayanmaktadır. Aşırı romantik eğilimleri ile
Lawrence aslında tipik bir İngiliz ajanından beklenmedik maceralara girişir, hikâyesi
bu yüzden mutlu sonla bitmez. Yine de Lawrence Arap milliyetçiliğinin ve ulusal
kimliğinin inşası sırasında ilginç bir tarihi görev üstlenmiştir. İngilizler bir yandan parlayacak
olan petrol çağının habercisi olarak eski kıtadaki ticari bağlarını sürdürmeyi
hedeflemişler bir yandan da yeni kurulacak olan ulus devletleri destekleyerek
siyasi ilişkileri geliştirmişlerdir. 1962 yılında David Lean tarafından
yönetilen filmde ise Lawrence’ı Peter O’Toole canlandırmıştır. Film’de birçok
tarihi kişiliği yer verildiği gibi Lawrence’ın romantik draması tamamlamak için
hayal mahsulü karakterlere de yer verilmiştir.
Cleopatra
Hollywood’un kraliçesi Elizabeth
Taylor’ın parladığı film olarak büyük yankı uyandıran film 1963 yılında Joseph
L. Mankiewicz tarafından çekilmiştir. Taylor’ın yanında Richard Burton, Rex
Harrison ve Roddy McDowall gibi isimleri de barındıran film Roma tehdidi
karşısında Mısır medeniyetinin son nefeslerini verdiği tarihi günlere ışık
tutuyor. Cleopatra, Hollywood ve dünya tarihinin en yüksek bütçeli filmi olarak
hala yerini korumaktadır. Dört Oscar ile taçlandırılan filmde Julius Sezar
karşısında Cleopatra’nın zekâsı ve güzelliğini kullanarak yarattığı efsane
izleyiciyi büyülemiştir.
Filmde düşülen çok nadir tarihi
hatalardan ziyade gerçek bir başarı aktarıcılık yapıldığı söylenebilir.
Cleopatra’nın yaşadığı Mısır medeniyetini yansıtan eşsiz güzellikteki
mekanların çekiciliği karşısında büyülenmemek neredeyse imkansızdır. Ancak bu mekanların
büyüleyiciliği parçalarından hiç birisi Cleopatra zamanında kullanılmamıştı.
Filmdeki Mısır zenginliği için en aşağı bir bin yıl geriye gitmek ve
Tutankamun’un zamanında Mısır’ı gezmek gerekiyordu. Cleopatra zamanında Mısır
Medeniyeti zaten son evrelerini yaşıyordu ki Roma karşısında yenilgi olmasa da
geçiş evresi yaşıyordu. Cleopatra, antik Mısır’ın son firavunu olarak Roma’ya
ilhakı kansız bir biçimde becererek tarihe geçiyordu.
Cromwell
Belirli bir zaman dilimine kendi
adını verdirmeyi başaracak kadar ender insanlardan birisidir Oliver Cromwell.
1653 ile 1659 arasında geçen İngiltere’deki en köklü değişimin müsebbibi olarak
Cromwell, kraliyete karşı gelmiş, yeni bir rejim yaratmış, o rejimin ayakta
kalması için mücadele etmiş ve Britanya Adalarının gördüğü yegâne
parlamenterleri inşa etmiştir. Önce İngiltere’de iki iç savaşa girişmiş,
İrlanda’yı ve İskoçya’yı işgal etmiş, halkçı ayaklanmalar tertiplemiş ve genel
oy ilkesiyle işleyen parlamentoları kurmuştur. İngiltere’de işleyen bir
demokrasi ancak Cromwell’in mirası üzerinden gerçek anlamıyla kurulabilmiştir.
Monarşi’den icazet bekleyen bir danışma meclisi görünümden kendi kimliği ve
siyasetine sahip bir parlamento kurularak ülke siyasetinde söz sahibi
olunabilmiştir.
Cromwell’in aşırı parlamenterist
görüşleri Britanya adaları kadar kıta Avrupa’sında da yankılanmış ve halkları
etkilemiştir. Cromwell adalardaki mezhep ayrılıklarını da kullanarak Kraliyete
son vermiş ve İngiltere’deki ilk ve son cumhuriyete kendi adını vermiştir.
Filmde yer alan tarihi olayların gelişiminde birçok hatalar mevcuttur. Bu
hataların bir kısmında yapımcıların ve yönetmenin dramatik kaygıları olduğu
gibi Cromwell vakası üzerinde tam bir hesaplaşma yapamayan İngiliz
aristokrasisinin bilinçli tercihleri de etkileri de olmuştur. Yine de dönemin
ruhuna bir bakış atmak bakımından Ken Hughes yapımı filmi izlemekte fayda
olduğunu düşünüyorum.
1900
Bernardo Bertolucci’nin 1976
yapımı bu destansı eseri yirminci yüzyılın kısa bir özetidir adeta. Robert de
Niro, Gerard Depardieu, Dominique Sanda ve Donald Sutherland gibi efsaneleri
bir araya getiren film çeşitli ülkelerde çeşitli uzunluklarda yayınlanmıştır.
En son 2006 yılında yönetmen versiyonu DVDsi çıkan filmin tamamına ilk kez bu
DVD’de ulaşılabilmiştir. 317 dakikalık bu son versiyonla film bütün destansı özelliklerini
izleyiciye açmış ve bir kez daha övgüye mazhar olmuştur.
İki farklı sosyal sınıftan gelen
iki farklı karakterin aynı günde (tam olarak yirminci yüzyılın ilk günü olan 1
Ocak 1900)’de dünyaya gelmeleriyle başlayan film, bu iki karakterin yaşam
öyküleri etrafında İtalya yirminci yüzyılda yaşanan sosyal, kültürel ve politik
değişimleri konu edinmektedir. Bir çok tarihisel olayı karakterlerin etrafında
gelişen kişisel olaylar ve etkilenmeler çerçevesinde anlatan bu epik eser,
mekan ve kurgu bakımında da izleyenleri büyülemektedir. İtalya kırsallında
sınıfsal çatışmalardan, devrimsel gelişmelere, kaçırılan fırsatlardan, tarihin
lanetlediği ittifaklara kadar İtalyan toplumunun hafızası tazelenmektedir.
The Message
Suriye asıllı Amerikalı yönetmen
Mustafa Akad tarafından 1977 yılında çekilen ve neredeyse her Ramazan ayında
ülkemiz televizyonları tarafından iğdiş edilen bu film İslam’ın ilk çıkış
günlerine tarihi bir perspektiften bakma gayretindedir. İslam dünyasındaki
İslam tarihine ilişkin mistik yapımların bayağılına karşın “Çağrı” filmi daha
ayakları yere basan bir film olarak dikkat çekmektedir. Film bir yandan İslam’a
olan saygılarından ötürü Peygamber’in görüntüsüne yer vermezken, diğer yandan
İslam’ın ilk yıllarındaki gelişmeleri – nispeten – daha doğru bir biçime
aktarmıştır. Zaten bu filmin ardından bir daha İslam tarihi üzerine batılı
standartlarda bir film daha çekilememiştir.
Yine de Anthony Quinn’in filmde
rol aldığı haberleri basında yer alınca kimi Müslüman gruplar, İslam Peygamber’inin
resmedildiği gerekçesiyle film karşıtı gösteriler yapmış neden sonra Quinn’in
Hamza ibn Abdulmuttalib’i canlandırdığı anlaşılınca ortalık sakinleşmişti. Film
ilk İslam tarihinin bir çok olayına yer vermiş, Peygamber’in ölümüyle de
noktalanmıştır. Filmin prodüksiyon giderleri büyük ölçü de 2011 Libya Olayları
sırasında öldürülen devrik lider Muammer Gaddafi tarafından finanse edilmiştir.
Film, Libya ve Fas’da çekilmiş, Mekka ve Medine şehirleri döneme uygun yeniden
inşa edilmiştir. Film hem Arapça hem de İngilizce olarak iki ayrı film olarak
çekilmiştir. Türkiye’de Hamza rolünü Anthony Quinn’in oynadığı İngilizce
versiyonu gösterilmiştir.
Galipoli
Çanakkale savaşları üzerine
çekilen Avustralyalı yönetmen Peter Weir tarafından çekilen 1981 yapımı filmde
Mel Gibson, Mark Lee ve Bill Kerr bir grup genç ANZAC askerini oynamaktadır.
Avusturya’daki İngiliz kolonilerinde refah bir hayat süren gençlerin savaş
patlak vermesiyle askere alınmasıyla başlayan film, gençlerin savaş boyunca
edindikleri deneyimlerini izleyiciyle paylaşırlar. Bir yandan bir deneyim
aktarımı olan film diğer yandan savaşın neden olduğu kimlik bilinçlenmesini
perdeye yansıtmaktadır.
Filmin ana teması olarak bir grup
gencin savaşta masumiyetlerini yitirip erkekliğe adım atmaları olsa da bu
temanın Avusturya ve Yeni Zelanda halklarının İngiltere karşısındaki tutum
farklılaşmalarını da sembolize etmektedir. Mel Gibson bu filmdeki oyunculuğu
ile Avusturya Film Enstitüsünden “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü alır. Filmdeki
oyuncuğu Gibson’ın uluslararası kariyerinin başlamasına ön ayak olmuştur.
Film bir savaş filmi olmaktan çok
savaşta yer alan bir grup adamın filmi olarak tanımlanabilir. Filmin belki en
iç burkan yanı filmdeki Çanakkale sahneleri ülkemizde darbe yönetimi yüzünden
çekilememiş ve Avustralya’daki Port Lincoln kasabasında kurulan bir sette bu
sahneler kotarılmıştır. Filmdeki kimi tarihi hataların da göz ardı edilebilecek
hatalar olduğunu dile getirelim. Çanakkale savaşlarını batılı bir gözle ve
dönemin diğer gelişmeleri ile ilintili bir biçimde izleyebilmek için bu film
iyi bir tercih oluşturuyor.
Gandhi
Tiyatro sahnesinde adından söz
ettirdiği bir kariyere sahip olan Krishna Pandit Bhanji yada hepimizin bildiği
ismiyle Ben Kingsley 1982 tarihli Richard Attenborough imzlaı Gandhi filmiyle
uluslar arası büyük bir üne kavuşmuştur. İlk büyük bütçeli filmini kırk yaşının
üzerinde çeken Kingsley, bu filmdeki destansı oyunculuğu ile Hollywood’da
hatırı sayılır bir saygınlığı kazanır. Kingsley’in oyunculuğu ve yeteneği yanı
sıra filmin epik dramatik yapısı Gandhi’nin yaşamını büyük bir başarı ile
aksetmektedir. Film Hindistan hükümetinin destekleriyle çekilebilmiş önce
yönetmen Gabriel Pascal ile anlaşılmış olmasına rağmen, yönetmenin ölümüyle
Richard Attenborough filmin yönetmen koltuğuna geçmiştir.
Attenborough ile Hindistan
hükümetinin film için anlaşmaya varması 1968 tarihinde olmuş olsa da filmin
çekimleri için on sekiz yıl geçmesi beklencektir. Yönetmen ve yapımcı olarak
filme kendini adayan Attenborough hem Gandhi ailesini, hem Hindistan hükümet
yetkililerini hem de Hindistan, Pakistan ve Bangladeş halklarını memnun edecek
bir biyografik destanı beyaz perdeye aktarmayı bilmiştir. Film için gerekli
finansal ve lojistik desteğinin bir araya gelmesi de epey sıkıntılı olmuştur.
Özellikle Hindistan devletinin düştüğü ekonomik darboğaz projenin bir iki defa
ertelenmesine neden olmuştur.
Film Gandhi’nin Hindistan’ın hem
ruhani hem de siyasi lideri olma yolundaki hayat hikayesini, eğitim hayatından,
yurtdışı deneyimlerinden, Hindistan Kurtuluş Savaşından ve Hindistan
Müslümanları ile yaşanan ayrışmaya değin bütün yönleriyle ele almış ve
neredeyse herkesin olumlu görüş sunduğu bir iş kotarmıştır. Gandhi’nin sıradan
bir hukuk öğrencisinden bir büyük halk kahramanına dönüşmesini epik bir
destansı havayla aktaran film, batı sinemalarında da büyük gişeler yapmış,
izleyici toplamıştır. Film batı dünyasında gösterime girdiği 1983 yılında
yarıştığı Oscar ödüllerinin on bir tanesine aday olmuş ve aralarında en iyi
yönetmen ve en iyi filminde olduğu sekiz tanesini kazanmıştır.
The Last Emperor
Dünya üzerinde ayakta kalan en
büyük ve en yaşlı hanedanlıklardan bir tanesi olan Çin imparatorluğunun son
egemenlik yıllarının epik bir hikayesi olan 1987 yapımı “The Last Emperor”
filmi usta yönetmen Bernardo Bertolucci’nin imzasını taşımaktadır. Çin’de
geçtiğimiz yüzyılın başlarında başlayan halk hareketlenmelerinin bir sonucu
olarak başlayan kutuplaşma ve iç savaşın hemen öncesinde, son imparator
Puyi’nin, küçük bir çocuk olarak saraydaki yaşamından siyasi kariyerine kadar
bütün yaşamı filme alınmıştır.
Film, Bertolucci tarafından Çin
hükümetine teklif edilmiş ve kabul görmesinin ardından Pekin’in bozulmamış
tarihi atmosferinde yeniden çekilmiştir. Yasak Şehir’in ve Pekin’in inanılmaz
mimarı yapısı, Bertolucci’nin kamerasıyla ortaya koyduğu resim kalitesi bir
yana Çin’in kendisine has iklimsel güzellikleri de perdede kendisine yer
bulabilmiştir. Filmin tek yapımcısı olarak Jeremy Thomas ise filmi hiçbir
prodüksiyon tekeline bırakmadan kendi kaynaklarıyla finanse etmiştir. Thomas’ın
bu hareketi filmin daha bağımsız hareket edebilmesini de kolaylaştırmıştır.
Film Çin’in son hükümdarı olan
Puyi’nun iki yaşında iken yönetimine geçtiği bir büyük ulusun tarihine, odağına
sıkı geleneklerle çevrilmiş bir kraliyet soyunun gözünden bakmaya ve gelişen
tarihi olayları bu son hükümdarda yarattığı etkiler çerçevesinde ele almaya
çalışmaktadır. Film bir biyografik çalışma olduğu kadar son imparatorun tarih
sahnesinden çekilme süreci de göz önüne alındığında tarihi bir filmdir. Çin
hükümetinin film ekibine sadece altı ay izin tanıdığı göz önüne alınırsa
kısıtlı bir zamanda böylesi destansı bir çalışma ile son imparatorun yaşamı ve
Yasak Şehir’deki gelenekleri ifade edişi gerçekten de büyük bir başarıdır.
Empire of the Sun
James Graham Ballard’ın aynı adlı
romanından Steven Spielberg tarafından uyarlanan film bir çocuğun gözünden
İkinci Dünya Savaşında Japon cephesinde yaşananlara bir bakış atmaktadır. Her
ne kadar gişede büyük bir başarı kazanamasa da yönetmen Spielberg’in en epik
filmlerinden bir tanesi de budur. Film bir yandan Japon askerlerinin yaşamları,
algıları ve bakışlarını çerçeveye alsa da bir yandan da masum bir çocuğun
acımasız savaş gerçeği ile yüzleşmesini konu alıyor. Filmde batılı
siyasetçilerin arka planda yürüyen vahşi sinsilikleri perdeye yansırken Japon
istilacılarının yol açtıkları insanlık dışı dramlara da tanıklık ediyoruz.
Filmin büyük bir bölümü
İngiltere, İspanya ve Çin’de çekilirken film ekibine katılan bazı yerel sanatçıların
kırk sene önce yaşanan gerçek Japon istilasına tanıklık ettikleri ortaya çıkar.
Filmdeki bazı bölümlerde Çinin yerel kuvvetlerini Japon oyuncular, Japon
oyuncuları ise Çinli yerel aktörler oynar. Bu haliyle film Çin ve Japon
askerleri arasındaki gerilimli mücadeleyi aktarırken set arkasında ise iki halk
arasındaki soğukluğu gidermişe benziyordu. Filmin özellikle bir çocuğun
bulunduğu askeri kamptaki savaş ve ölümle kol kola gezen günlük yaşamına rağmen
hayata tutunabilmesini konu alması ve geri plandaki savaşın etkilerinden
çocuğun nasıl uzaklaştığını anlatması oldukça başarılı bir sinema dili
oluşturmuştur.
The Unbearable Lightness Of Being
Milan Kundera’nın aydı adlı
romanından uyarlanan 1988 yapımı film Sovyet işgali öncesi Çekoslovak baharına
odaklanmıştır. Alexander Dubcek yönetimindeki Çekoslovakya’nın ilk komünist
hükümeti ve onun halkçı reformlarının yarattığı sonuçlara ve kişisel
yansımalarına odaklanan film bohem yaşam stiline ve aşkın tarifi üzerine
tartışmalara değinmektedir. Komünizmin insan özgürleşmesinin sosyal, cinsel ve
kişisel tanımlamalar üzerindeki etkilerini dikkatli bir biçimde ele alan film,
tarihi bir perspektifte Çekoslovakya’nın özgürleşme meselesine el atmaktadır.
Filmde bir üçlü ilişki içinde
aşkın tarihi yeniden yazılmakta, ilişkiler ve karakterler üzerinden dönemin de
ruhuna uygun olarak özgürlüklerin sınırı belirlenmeye çalışılmaktadır. Üçlünün
ilişkileri üzerindeki özgürlük ve kıskançlık arasında gidip gelen sarmalları
ülkeyi Sovyetlerin işgal etmesiyle duraksamaktadır. Bu noktada üçlü arasındaki
ilişkiyi erkek karakterin dominantlığı sabit tutularak iki kadın arasındaki
ilişki Komünist rejimin halklar arasındaki ilişkiye öykündürülmekte ve gelen
Sovyet askeri ile bu üçlü ilişki zedelenmektedir. Bireysel bir ilişki olan aşk
dış müdahale ile yerle bir edilmekte ve komünist rejimin aynı iki kadının üçlü
ilişkiyi sürdürme arzularının bitmesi gibi sonlandırmaktadır. Film Sovyet
işgali nedeniyle öykünün geçtiği Çekoslovakya’da çekilememiş, onun yerine en az
Prag kadar bohem bir havası olan Paris’de çekilmiştir.
A Dry White Season
Güney Afrika’da yaşanan Apartheid
rejimin üzerine yapılmış en iyi filmlerin başında gelir 1989 yapımı “A Dry
White Season”. Andre Brink’in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanmış film
Marlon Brand, Donald Sutherland, Susan Sarandon, Janet Suzman ve Jurgen
Prozhnow gibi çok değerleri aktörleri bir araya getirmiştir. Film bir yandan
beyaz adamın kara kıtada yol açtığı vahşi soykırıma odaklanırken bir yandan da
çaresizce doğruyu yapmak arzusundan olan namuslu bir öğretmenin bireysel
savaşını anlatıyor.
Filmin bence en iyi yanlarından
birisi de genel olarak Hollywood tarafından yapılan Güney Afrika odaklı
filmlerde eksik kalan Apertheid rejimindeki Hollandalı yerleşimcilerin payına
özellikle dikkat çekmesidir. Doksan yedi dakikalık filmde, Güney Afrika’da
yaşayan sıradan bir öğretmen iken birden bire kendisini siyahların mücadelesi
yanında saf tutmaya zorlanan Ben Du Toit isimli beyaz adamın penceresinden
Apartheid rejimi anlatılmaktadır.
Film’in yapımcısı olan Warner
Brosthers’ın vazgeçilmesi neredeyse filmin çekimlerini durduracakken
Sutherland, Brando ve Sarandon sadece sendikanın belirlediği ücreti alarak
bütçeyi düşürmüşler ve yapımın gerçekleşmesini sağlamışlardır. Film, Güney
Afrika’da henüz Apertheid rejim yıkılmadığından İngiltere ve Zimbabwe’de
kameraya alınmıştır. Film Amerikan izleyicisi tarafından çok rağbet görmemiş ve
gişe başarısı yakalayamamıştır. Ancak bütün eleştirmenler filmin başarısı
konusunda hem fikirdir. Film’deki küçük ama etkili rolüyle Marlon Brando on yıl
sonra ilk kez perdede görülmüş ve Oscar’a aday gösterilmiştir.
La Révolution Française
Fransız Devriminin iki yüzüncü
kutlamaları adına 1989 yılında Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere ve Kanada
hükümetlerinin ortak prodüksiyonu olarak yapılan film iki bölümden
oluşmaktadır. Dramatize edilmiş tarihi olayların aktarımından oluşan filmin ilk
bölümü Robert Enrico ikinci bölümü ise Richard Heffron tarafından
yönetilmiştir. Film devrimdeki gelişmeleri tarihi sıralamasına sadık kalarak
aktarmıştır. Dönemsel olarak ise Fransız kralının “Êtat-Généraux”u toplantıya
çağırmasından devrimin simge ismi Maxim Robespierre’nin idamına kadar geçen
süreyi kapsamaktadır.
Filmin uluslararası yapım
desteğine rağmen büyük bir etki yaratmadığı da bir gerçektir. Gerek Fransa’da
gerekse diğer ülkelerde sinema salonlarında büyük bir heyecan yaratmamıştır.
Filmdeki popüler oyuncu azlığı ve dramatik öğelerin yer yer sıradanlaşması
filme ilgiyi azaltmıştır. Ancak yine de Fransız devrimini oldukça başarılı bir
şekilde yansıtan film izleyiciye doğru bilgiyi aktarmanın üstünden gelmiştir.
Belgesel öğeleri taşıyan bu kurgusal film izlemeye değer.
Malcolm X
ABD’li ünlü yönetmen Spike
Lee’nin 1992 yılında filme çektiği Afro-Amerikan Müslüman Cemaatinin
liderlerinden Malcolm X’in hayatı ilk kez dramatize edilmiyordu. Daha önce de
hem belgesel hem de kurgusal olarak birçok kereler filme alınan Malcolm X’in
hayatı gerçekten de Amerikan Siyah ve Müslüman cemaatini çok derinden
etkilemiştir. Spike Lee sadece filmi yönetmekle kalmamış, yapım ve yazımına da
ortak olmuştur. Film bu halk kahramanının yaşam öyküsünden parçaları perdeye
aktarıyordu.
Malcolm’un karakterine etki eden
İslam ile tanışmasından önceki yaşamı, hapislik hayatı, İslam ile tanışması ve
bir lider olarak Müslüman Afro-Amerikan Cemaatine girmesi filmin ana temasını
oluşturuyordu. Filmde tasvir edilen Malcolm X’in biyografisi, X hayatta iken
Alex Haley tarafından yazılan “The Autobiography of Malcolm X” kitabından
esinlenilmiştir. Yazar kitabına X ile birlikte başlamış fakat X’in bir cinayete
kurban gitmesi nedeniyle ölümünden sonra bitirebilmiştir. Denzel Washington
filmdeki Malcolm X canlandırmasıyla inanılmaz bir performans çiziyor.
Bravehart
Mel Gibson’ın yapımcılığını,
yönetmenliğini ve baş rol oyunculuğunu üstlendiği, İskoç halkının bağımsızlığı
için savaşmış William Wallace’nin soyundan gelen Randall Wallace’ın yazdığı
film büyük bir gişe başarısına imza attı. Beş Oscar kazanan film, ilk İskoç
bağımsızlık savaşı sırasında İngiliz Kralı 1. Edward’a karşı mücadele veren
İskoç halkının mücadelesini epik bir biçimde perdeye yansıtıyordu. Film tam bir
kahramanlık destanı olarak Wallace’in hikayesini kamera almasına rağmen tarihi
gerçeklerle çelişkiler de barındırmaktadır.
Wallace’ın bir yetim ve sıradan
topraksız bir köylü olarak tasvir edildiği filmdeki öyküye karşın Wallace’ın
babasının toprak sahibi yüksek mevkili bir aristokrat olduğu, iki oğlu olduğu
ve William Wallace’ın evin ikinci çocuğu olması nedeniyle İskoç miras
geleneklerine göre babasının mirasından faydalanamadığı bilinmektedir. Yine
William Wallace’ın babasının adı Malcolm olarak filmde anılıyorsa da aslında
adı Alan olmalıydı. Film, Wallace’ın öyküsünü tarihi gerçeklikten biraz
koparmış olsa da bir halk kahramanının öyküsünü geniş destanlaştırmıştır.
Titanic
Dahi yönetmen James Cameroon’un
1997 yılında yaptığı Titanic, gelmiş geçmiş en etkili felaket filmlerinden
birisi olarak tarihe geçmiştir. Yalnızca filmde anlatılan öykünün tarihi
olmadığı, filmin kendisinin de tarihe geçtiği bir örnektir. Film birçok açıdan
gemi faciasını odağına almasına rağmen döneminin bütün yapısını perdeye
yansıtmasın bakımından eşsizdir. Sınıf farklılıkları, kültürel öğeler, moda ve
yemek alışkanlıkları, liman işçileri sorunu, yeni dünya imajı üzerine onlarca
göndermeyle film muazzam bir külliyat sunmaktadır.
Titanic, bu güne değin yapılmış
en büyük ve en lüks trans-Atlantik yolcu gemisi olarak 10 Nisan 1912 günü ilk
seferine çıkmış ve dört gün sonra ABD’ye ulaşamadan okyanusta batmıştır. Bin
beş yüzün üzerinde insan yaşamını yitirmiş, yedi yüz on kişi ise 15 Nisan
sabahı yetişebilen ABD’li kurtarma ekiplerince kurtarılabilmiştir. En iyi film
ve en iyi yönetmen dâhil on bir Oscar ile onurlandırılan film, çok büyük bir
gişe başarısına ulaşmıştır. Filmi yönetmeni, yapımcısı ve senaristi olarak James
Cameroon tek başına bu destansı öyküyü perdeye yansıtan büyük bir dahi olarak
rüştünü fazlasıyla ispatlamıştır.
Saving Private Ryan
İkinci dünya savaşı üzerine
binlerce kitap yazılmış, yüzlerce film çekilmiştir belki ama hiç birisi savaşın
tam bir portresini “Er Ryan’ı Kurtarmak” filminin yirmi yedi dakikalık giriş
sahnesi kadar gerçekçi betimleyememiştir. 1998 yılı Steven Spielberg yapımı
film, bir annenin savaşan dört oğlundan son hayatta kalanı olan Ryan’ı evine ve
ailesine geri göndermek için cephe gerisine geçen yedi askerin hikayesini
anlatmaktadır. Robert Rodat’ın Amerikan İç Savaşında yaşamlarını yitiren sekiz
kardeşin öyküsünden uyarladığı senaryo gerçekçiliği ile dikkat çekmektedir.
Spielberg’e ikinci en iyi
yönetmen Oscar’ını kazandıran film İkinci Dünya Savaşı’nın kurmacayla
harmanlanmış acıklı yönünü anlatmaktadır. Tamamen kurgu olan hikayenin tarihi
gerçekliği o kadar yüksektir ki izleyici bir an olsun kendisini soyutlayamaz ve
izlediği öykünün bağlantılarından kopamaz. Kameranın, sesin ve görüntünün öyle
bir kullanılışı vardır ki izleyenler bir sinema salonunda perdeye yönelmiş
olduklarını unutup sanki savaş meydanında o ana birinci elden tanıklık ettiğini
sanrısına kapılır. Filmin kurgu olan öyküsü savaş ile ilgili tarihi gerçekliğin
arasına öyle yerleştirilmiştir ki bir film bitip yerinizden kalktığınızda
gerçekten Ryan’ın var olduğunu ve ne büyük bir kahraman olduğunu
sanabilirsiniz. Savaş acısını ve görkemini yansıtan bu şaheser izlenmeyi
gerçekten hak ediyor.
The Insider
Film çekilir çekilmez, Wigand’ın
daha önce haber programı için verdiği röportajdan sonra başına gelenler
tekrarlanır. Sigara tekelleri Wigand’ın güvenilmez olduğunu kanıtlamaya, filmin
de taraflı olarak olayları çarpıttığına kamuoyunu ikna etmeye çalışır. Sigara
tekellerinin nasıl çalıştığına, sigaranın nasıl ahlaksız bir meta olduğuna,
insanları nasıl zehirlediğine dair büyük bir film olan The Insider’da Al Pacino
ve Russel Crowe da büyük bir oyunculuk örneği göstermişler ve popülerlikleri
sayesinde sigara karşıtı kampanyaların genişlemesini sağlamışlardır. Film açık
bir sigara karşıtlığı propagandası yapıyor olsa da filmin genel çizgisi
kapitalist piyasa şartlarına da eleştiri getirilmekte ve ciddi bir muhalefet
örneği gösterilmektedir.
The Passion of the Christ
İsa Peygamber’in hayatının son on
iki saatini anlatan 2004 yapımı film dünya çapında büyük olay yaratmıştı. Mel
Gibson’un yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği film Hollywood’daki Yahudi
sinema tekellerinin girişimi ile gösterim güçlükleri çekmiş ama yine de
izleyici ile buluşabilmiştir. Mel Gibson’un kendi dinsel ve ideolojik görüşleri
çerçevesinde şekillenen eserin hem Yahudi hem de Katolik cemaatinden
eleştiriler alması ise dikkate değerdir.
İsa Peygamber’in yargılanması ve
idamı sırasında yaşananlarda Yahudi etkisinin abartılamsı, idamı öncesi işkence
sahnelerindeki gerçeklik ve verilmek istenen mesajın şiddet görüntüleri ile
gölgelenmesi gibi eleştiriler getirilmiş olsa da film özellikle çok tartışmalı
olan çarmıha gerilme olayını kurgu ustalıkları ile izleyiciye sunmayı
bilmiştir. Filmdeki diyalogların azlığı yine dikkat çekicidir. İsa kendi
dilinde, Aramca konuşturulmuştur. Ayrıca belirtelim ki Aramca yok olmaya yüz
tutmuş, kaybolmakta olan bir dildir. Bütün eleştirilere rağmen dünya üzerinde
en çok inanana sahip olan dinin temsilcisinin son saatlerini bu kadar
etkileyici bir biçimde izlemek gerçekten kaçırılmayacak bir fırsat. Ayrıca
filmin başrolünü oynayan Jim Caviezel’in İsa’ya benzerliği de oldukça dikkat
çekici.
Alexander
Robin Lane Fox’un yetmişlerde
yazdığı romandan uyarlanan filmi Oliver Stone yönetmiştir. Makedonya’dan
çıkarak bilinen dünyanın neredeyse tamamını fethedip evine dönemeden hayatını
kaybeden İskender’in hayatını, aşklarını, siyasi ve askeri ihtiraslarını
kameraya alan gösterildiği dönemde kıyametler koparmıştı. Yunanistan’ın
İskender’in nereli olduğuna dair mızıkçılığı bir yana kimi muhafazakar
tarihçiler de böyle büyük bir liderin aşk hayatı üzerine spekülasyon yapmanın
sözde sakıncalarını dillerine doladılar.
Çeşitli versiyonları olmakla
birlikte en son 214 dakikalık devasa bir görsel şölen olan film, büyük
bütçesine rağmen Amerikan izleyicisinden bekleneni göremez. ABD’li genel kitlenin
İskender’e karşı bir ilgisizliği olabilir ama özellikle yaşadığımız Akdeniz ve
Ön Asya’da İskender’den etkilenmemiş toplum neredeyse yok gibidir. İskender’in
Yunan, İyon, Mısır, Pers ve Hind kültürü üzerinde bıraktığı izler açısından bu
film kayda değer göndermeler yapıyor. Yine de birçok yerde İskender odaklı bir
film yapmanın getirdiği gerekçeyle sanırım İskender olduğundan fazla
yüceltilmiş ve kimi zorlu başarılıları sanki bir çırpıda gerçekleşmiş gibi
gösterilmiştir.
Hotel Rwanda
Terry George’ın 2004 tarihli
filmin yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiği film Ruanda
Soykırımı sırasında yaşananları anlatmaktadır. Don Cheadle’ın başrolünü
üstlendiği film 1994’de Ruanda’da meydana gelen soykırımdan kaçmaya çalışan ve
bir otele sığınan insanların gerçek öyküsünden senaryolaştırılmıştır.
Eleştirmenler tarafından oldukça olumlu karşılanan film, bağımsız çekilen bir
filme göre oldukça iyi bir gişe başarısı elde etmiştir. Sömürge yıllarında arta
kalan tasnif politikalarının sömürge sonrası dönemde nasıl faşizan etkiler
yaratabildiğin en acı örneklerinden olan Ruanda Soykırımında Sekiz yüz bin
insan hunharca katledilmiştir.
Film Güney Afrika’da ve Ruanda’da
çekilmiştir. Filmde anlatılan dramın yaşandığı Sebana Hotel des Mille Collines’in
yöneticisi Paul Rusesabagina, başından geçen acı tecrübeyle yaşananları filme
aktarırken, çekimler sırasında da sürekli olarak destek vermiştir. Filmde de
vurgulandığı gibi soykırımda en büyük payı yine tam zamanın olay yerini terk
eden Birleşmiş Milletler yardımcı askeri personeli üstlenmiştir. Filmin
yapımcıları aynı zamanda Bireşmiş Milletler ile de ortaklaşa çalışarak
soykırımdan etkilenen on binlerce Ruandalıya yardım götürülmesine aracılık
etmiştir. Soykırımın acı yönünü ve insanlık ailesinin nasıl vahşi hatalar
yapabileceğini gözler önüne seren film oldukça etkileyicidir.
Kingdom of Heaven
Sinemanın dahi biraderleri Scott
kardeşlerden Ridley’in imzasını taşıyan 2005 yapımı filmin senaryosunu William
Monahan yazmıştır. Orlando Bloom, Eva Gren, Jeremy İrons, Edward Norton,
Michael Sheen ve Liam Neeson gibi dünyaca ünlü starları barındıran film Haçlı
Seferlerini bir aşk hikayesini de işin içine katarak aktarmaktadır. Film Kudüs’ü tekrar Müslümanlara kazandıran
Büyük Kürt Komutanı Selahattin ile Kudüs’ü tekrar Hıristiyan yönetimine alan
Aslan Yürekli Richard arasındaki kutsal mücadeleyi ele almaktadır.
Ortadoğu’nun mistik güzellikleri,
dinlerin ve kültürlerin kaynaştığı/çatıştığı, savaş ve gözyaşlarının
gölgesinden destansı aşkların yazıldığı coğrafyamız filmde olanca dürüstlüğü
ile kameraya alınmıştır. Savaş sahnelerindeki gerçeklik izleyiciyi koltuğuna
çivilemektedir. Filmdeki görüntülerde ise neredeye gölge ve ışığına ahenkli
dansına tanıklık etmekteyiz. Yirmi sene sürecek olan Kudüs’teki Latin
krallığının son kralı olan 4. Baldwin rolüyle Edward Norton muhteşem bir
performans sergilemiştir. Film Ortadoğu meselesine bakışlarımızı sarsacak
derinlikteki bu film mutlaka izlenmelidir.
Good Night, Good Luck
ABD’li ünlü sinema oyuncusu
George Clooney’in Grant Heslov ile birlikte kotardığı 2005 yapımı film ABD’de
yaşanan Senatör McCarthy’nin başı çektiği Komünist Cadı Avı sırasında yaşanan
olaylara odaklanmaktadır. Edward Roscoe Murrow isimli bir haber spikerinin
McCarthy ile özdeşleşen komünist düşmanlığına karşı giriştiği amansız mücadele
kameraya alınmıştır. Filmde Murrow’u David Strathaim oynarken McCarthy’nin
gerçek görüntülerinden oluşturulan montajlar filme eklenmiştir.
ABD’de filmin gösterimi sonrası
sinema salonundan çıkanlarla yapılan görüşmelerde ise bu filmle ilgili çok
ilginç bir veriye erişilmiştir. Filmi izleyenlerin tamamı McCarthy isimli
karakterin oyunculuğunu beğenmediklerini, keşke daha iyi bir oyuncu bulunsaymış
film için yararlı olacağını belirtmişler. Siyah beyaz çekilen film içindeki
McCarthy karakterinin gerçek McCarthy görüntülerinden oluştuğuna kimse
inanmamış aksine McCarhty karakterini çok kötü bulmuşlardı. ABD ve Amerikan
Tarihi üzerine yapılacak birçok inceleme için çok çarpıcı olan bu araştırmanın
anlatmak istediği gerçeğe ise filmi izlemeden ulaşmak zor.
The Last King of Scotland
Gazeteci Giles Foden’in aynı
isimli romanından beyazperdeye uyarlanan film Uganda diktatörü İdi Amin’in
politik kariyeri ve Nicholas Garrigan isimli kurgusal bir karakter ile olan
sözde arkadaşlığını anlatıyor. Filmdeki kurgusal yanları ağır bassa da İdi
Amin’in karakteri üzerine çizdiği imaj çok gerçektir. Yine de Garrigan, gerçek
hayattaki İdi Amin’in en yakın arkadaşı İngiltere doğumlu Bob Astles ile çok
büyük benzerlik göstermektedir.
Filmde İdi Amin’i canlandıran
Forest Whitaker gösterdiği büyük performans ile en iyi aktör Oscar’ı
kazanmıştır. Sömürgecilik sonrası Uganda’da da yaşanan yönetim değişikliğini ve
İdi Amin’in yükselişini Afrika’nın eşsiz doğası ile yansıtmaktadır. Amin
iktidarda olduğu 1971-1979 yılları arasında ülkesinde yaşanan siyasi
cinayetlerden, yargısız infazlardan, etnik ayrımcılıktan ve insan hakları
ihlallerinden sorumlu tutulmaktadır. Film kurgusal canlılığı yanında, Amin’in
ikircikli bir biyografisine imza atıyor.
Becoming Jane
İngiliz dilinin büyük yazarı Jane
Austen’ın hayatını anlatan 2007 yapımı film Julian Jarrold tarafından
yönetilmiştir. Film bir yandan Austen’in kişisel yaşamını aktarırken
romanlarında bizlere aktardığı orta sınıf İngiliz kırsal yaşantısının en
romantik manzaralarını da resmediyor. Austen’ın romanlarındaki birçok
kahramanın ortaya çıkış macerasına da ucundan değinen film, yazarın sarsıcı
biyografisiyle de eserlerini nasıl ayakta tuttuğuna işarete ediyor.
İngiliz orta sınıfının
sıkıntıları üzerinden sınıf ve kadınlık mevhumları üzerine çıkarımlar yapan
usta yazarın eserlerindeki romantizmin izlerine de filmde rastlamak mümkündür.
Austen’ı canlandıran ABD’li aktör Anne Hathaway’in İngiliz aksanına olan becerisi
de dikkate değerdir. İzleyenleri Austen’ın romanlarındaki gibi mutlu sonla
bitmeyerek büyük bir kırgınlığa uğratan film, Austen’ın yazının neden bu kadar
dramatik öğeler içerdiğine de açıklık getirmektedir. Film, hem kadın ve
kadınlık üzerine hem de evlilik ve ilişkiler üzerine onlarca söz söyleyen büyük
dil üstadı Jane Austen’ın hayatını büyük bir görsel şölene çevirmeyi bilmiştir.
Goodbye Bafana
Nelson Mandela (yurttaşlarının
ona seslendiği şekliyle Madiba)’nın yıllarca yattığı hapislik hayatında başında
sansür amiri ve gardiyan olarak çalışan James Gregory’nin hayatını ve
Mandela’nın hapishane yıllarını anlatan film oldukça canlı bir anlatıma sahip.
Gregory ile Madiba arasında yıllar içinde gelişen zorlu ama sağlam dostluğu
anlatan film, izleyenlere Güney Afrika’daki Apartheid rejiminin aşağılık
yanlarını da ifşa ediyor. Filmde Madiba’nın hapishane yılları süresince ne gibi
başından geçen zorluklara ve başında bulunduğu Afrika Ulusal Kongresinin aldığı
çeşitli yollara da şahitlik ediyoruz.
Film zor şartlar altında dahi bir
birleriyle düşman olması beklenen iki toplum ferdinin bireysel iletişimle
aşılmaz denen duvarları aşıp nasıl dostluk kurduklarına çok canlı bir örnek
sunuyor. Daha sonra Anthony Sampson’un yazdığı ve Madiba tarafından onaylanmış
biyografisinde Gregory suçlanmış olsa da Madiba’nın kendi yazdığı
otobiyografisinde Gregory hakkında olumsuz hükümler yerine sıcak mesaj
verilmesi Gregory’nin filmde anlatıldığı gibi yıllar içinde değişen bir
karaktere sahip olduğunu izlenimini uyandırmaktadır. Dünyanın gördüğü en büyük
halk kahramanlarından birisi olan Madiba’nın öyküsüne bir de bu pencereden
bakmanın çok faydalı olacağına inanıyorum.
Valkyrie
Bryan Singer’in 2008 tarihli
filminde başrolü oynayan Tom Cruise’un neredeyse mükemmele yakın subay
performansının gölgesinde Almanya’da gerçkleştirilen Nazi karşıtı en ciddi
silahlı eylem olan Valkyrie Operasyon’unu izliyoruz. Tom Cruise’un dinsel
inancının Almanya’da şüpheli karşılanması nedeniyle çekimleri sekteye uğrayacak
film Alman basının ve kamuoyunun baskısı ile çekilebilmiştir. Claus von
Stauffenberg’in tek başına üstlendiği suikast girişimi büyük bir şans eseri
başarısızlığa uğramış olsa da tarihe Hitler’in Alman toplumunun yegâne
temsilcisi olmadığını kanıtlamak bakımından büyük öneme sahiptir.
İkinci Dünya Savaşını en acı
günleri yaşanırken bütün bir dünya Hitler’in nasıl durdurulabileceğini
tartışıyordu; kimisi Nazi ordularının Avrupa’nın neredeyse tamamını ele
geçirmesine bakarak büyük bir ümitsizliğe kapılıyor kimisi ise içeriden
yükselecek bir muhalefetten başka hiçbir şeyin çare olamayacağını iddia
ediyordu. Dışarıdan bakıldığında ise sadece Almanlar değil Nazilerin işgal
ettiği bir kısım yerli halkların dahi Hitler’den büyülenmişçesine Nasyonel
Sosyalizminden etkilendiği görülüyordu. Bu etkiyi kırmak, yeniden ülkeye sahip
çıkmak, kötü giden gidişe dur diyebilmek ve gittikçe bozulan karar verme
süreçlerine akıl kazandırmak için şok etkisi yaratacak bir eyleme ihtiyaç
vardır. Valkyrie Operasyonu işte bu gerekçelerle yola çıkmış ve tarihi
değiştiremeden yarıda kalmıştır..
The Other Boleyn Girl
Philippa Gregory’nin aynı tarihli
romanından beyazperdeye uyarlanan 2008 yapımı film Justin Chadwick tarafından
yönetilmiştir. Hollywood’un iki büyük starı Natalie Portman ve Scarlett
Johansson’u barındıran film aşk sahneleri ve kraliyetin devamı gibi meselelere
yaklaşımı sayesinde büyük bir popülarite kazanmıştır. Film İngiltere’de halen
ayakta kalan kraliyet ve soylu saraylarında çekilmiştir. The Tudors isimli
tarihi drama dizisinin yarattığı uluslararası sansasyondan sonra gelen bu ilk
filmle tarihi aşk filmleri yeniden canlanmıştır.
İngiliz kraliyeti ile öteden beri
ilişkili olan Boleyn ailesinin iki kız kardeşinin aynı anda Kral’la ilişki
kurması ve bu üçlü aşk yarışından ancak ilk erkek evlat verebilenin olacak
olması filmde ustaca kurgulanmıştır. Film dönemin görselliğini biraz abartmış
olsa da ortalamayı zorlamış ve izleyiciye tarihi bir görsel sunmayı bilmiştir.
Film bir yandan tutkulu bir aşk ilişkisini çözümlerken arka planda da
kraliyetin devam etmesi için hanedanın içinde ve çevresinde dönen entrikaları
gözler önüne sermektedir.
John Adams
ABD’nin kurucu babalarından
avukat, devlet adamı, diplomat ve teorisyen John Adams’ın hayatını odak
noktasına alarak ABD’nin kuruluş öyküsünü dramatize ederek ekrana taşıyan
HBO’nun mini dizisi David McCullough’un aynı adlı kitabından Kirk Ellis
tarafından senaryolaştırılmıştır. Tom Hooper’ın yönettiği mini dizi 2008
yılında ilk kez HBO’da yayınlanmış daha sonra DVD’leri satışa sunulmuştur.
Ülkemizde Digitürk ekranlarında da yayınlanan mini dizi döneminin görselliğini
taşımada gösterdiği başarı ile büyük ilgi çekmiştir.
Amerikan Bağımsızlık Savaşının
ellinci yılında son bulan öyküde bir yandan Adams’in ABD politikasında yükselen
kariyerine şahit olurken bir yandan da ABD’nin İngiltere’den bağımsızlığını
kazanmak isteyen dominyonlardan bir birleşik devlete nasıl evrimleştiklerine de
anlayabiliyoruz. ABD tarihinin ilk elli yılını kapsayan bir zaman dizgisi
içinde birçok tarihi olaya ve olguya parmak basan dizi oldukça olumlu
eleştiriler almış ve EMMY ödüllerinde Angels in America’nın sahip olduğu en çok
adaylık rekorunu ele geçirmiştir.
Einstein and Eddington
ABD’li televizyon ve filmcilik
şirketi HBO ile İngiliz kamu yayıncılık kuruluşu BBC’nin ortak yapımı olan 2008
tarihli film Birinci Dünya Savaşı yıllarında Einstein’ın görecelik teorisini
yayınlama sürecini öyküleştirmiştir. Film aynı zamanda Einstein’ın özel
hayatından da kesitler sunmakta ve izleyiciye bilimsel üretim süreçlerinden
çarpıcı bir örnek sunmaktadır. Bilimsel tutkunun savaş
yıllarında dahi nasıl ayakta tutulabildiğine dair Einstein ve Edington
arasındaki arkadaşlığı destansı bir şekilde ekrana yansıtan film BBC’de
yayınlandıktan sonra DVD olarak yayınlanmış, sinemalarda gösterilmemiştir. Bir
belgeselin kuru yavanlığı ile kurgunun abartılığı içi boşluğuna düşmeden
BBC’nin kendine özgü yaratıcı sinema dili ile kotarılmış film bilim ve tarih
meraklısı herkesçe izlenmelidir.
Agora
İspanyol yönetmen Alejandro
Amenabar’ın 2009 yılında çektiği film İskenderiye’li Hipetiya’nın öyküsünü
anlatmaktadır. Bir yandan döneminin en etkin kadın filozoflarından bir
tanesinin yaşamını öyküleştiren eser bir yandan da tek tanrılı dinlerin insan
özgürlüğüne indirdiği baskıcı rejimi eleştirmektedir. Birçok ödül alan filmin
tamamı Malta adasında çekilmiştir. Filmin taşıdığı mesaj göz önüne alındığında
birçok ülkede gösterime dahi girmediğine şaşırmamak gerekecektir.
İskenderiye Limanındaki Platoncu
bir okulda Hipetiya ve öğrencileri zamanla yükselen Hıristiyanlığın mistisizm
karşısında yenik düşmüşler ve baskı altında kalmaya başlamışlardır. Tek tanrılı
dinlerin eleştiri kültürü üzerine kurulu felsefe okullarına sıcak bakamayacağı
bir gerçek iken okullarında yayılmaya başlayan Hıristiyanlığa karşı sert
önlemler almaları gerilimi artıracak ve sonuçta Tarihin en eski kütüphanesi
yerle bir olacaktır.
The Men Who Stares at Goats
2009 yılında gösterime giren
Grant Heslov’un bu filmi ABD’nin Sovyet sonrası soğuk savaş kadrolarının
düştüğü aczi ve yeteneksizliği hicvetmektedir. Filmin başındaki not ise aslında
filmin bütün mesajını anlatmaktadır. “Bu filmde anlatılanlar ne yazık ki gerçek
öykülere dayanmaktadır” Filmin senaryosu ise 2004 yılında yayınlanan aynı adlı Jon
Ronson kitabına dayanmaktadır. Her ne kadar sonradan kitabın yazarı ile
yönetmen filmin senaryosu üzerine anlaşmazlığa düşmüşlerse de filmin yarattığı
sarsıcı gerçeklik inanılmaz bir etki yaratmıştır.
The King’s Speech
En iyi yönetmen ve en iyi film
Oscar’ları başta olmak üzere sayısız ödül alan 2010 yapımı film, İngiliz
kraliyet ailesi içinde büyük tartışmalar yaratan bir koltuktan vazgeçme olayı
ardından apar topar tahta geçmek zorunda kalan hazırlıksız bir kralın ülkesine
liderlik etme ve kendi içindeki cevheri bulma azmini hikâyeleştirmektedir.
Yönetmen Tom Hooper’un İngiliz kraliyetinin zarif ve incelikli yanlarını
destansı görüntülerle izleyiciye aktardığı film bir yandan bir adamın kendisini
tanımlama zorunluluğunu aktarırken bir yandan monarşi yönetimlerinin aciz
yönünü ifşa etmektedir.
Hükümdarlığı süresince İkinci
Dünya Savaşı ile boğuşmak zorunda kalan, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan
sömürgelerini yöneten son hükümdar olma ayrıcalığına sahip olan, İrlanda’nın
bağımsızlığını tanıyan Kral 6. George’u filmde aktör Colin Firth canlandırıyor.
6. George zamanında savaş yorgunu Britanya Krallığı, tarih sahnesinden çekilmek
zorunda kaldığını anlar: eski dominyonu olan ABD Sovyetler ile birlikte
dünyanın iki süper gücünden birisi olur, sömürgelerini kaybeder, payitahtın
kalbi olan Londra Nazi bombardıman uçakları altında can çekişir, İrlanda adadan
tam anlamıyla kopar, eski zenginliklerin kaynağı Hind toprakları yitirilir. 6.
George’un çalkantılı kariyerinin ve savaş öncesi yükselen siyasi gerilimli
zamanları siyasetinin bir değerlemesi için filmi izlemelisiniz.
Tha Assasination of Trotsky
Rus Devriminin büyük ismi Troçki'nin Türkiye ile başlayıp Meksika'da biten sürgün yıllarının ardından uzun zaman geçti ama ne Troçki'nin Stalin ile olan kavgası tam olarak anlaşılabildi ne de bu kavga sebebiyle işlenen akıl dışı cinayet. 1972 yapımı Filmi usta yönetmen Joseph Losey yönetmiştir. Kendisi de bir komünist olan Losey filmde siyasi tartışmalara fazla girmeden Troçki'nin cinayetini belgesel bir kurgu ile kameraya almıştır. Usta aktörler Richard Burton ve Alain Delon'u birleştiren yapım tarihi gerçekliği ile dikkat çekmektedir.
Film Troçki'nin ölümü üzerindeki sis perdesini aralamak isterken kimi yerde tarihin gizemine yenik düşüyor. Ancak filmin en çarpıcı tespiti ise Troçki'nin sekreterinin cinayette üstlendiği role ilişkindir. Film genel olarak Troçki'nin ölümüne odaklanmış olsa da döneminin ruhuna ve Troçki-Stalin atışmasına da değinmeden geçemiyor. Marx'ın ve Lenin'in yanında Sosyalist kuramın büyük ideologu Troçki'nin Stalin despotizmi karşısındaki siyasal tutumundan, cinayet ile biten hazin öyküsüne tarihe kısa bir bakış atan film unutulmazlar arasındaki yerini fazlasıyla hak ediyor.
Hacivatla Karagöz Neden Öldürüldü?
Ezal Akay ile Levent Kazak'ın 2006 yapımı tarihi komedi filmi bir yandan Osmanlı'nın ilk kuruluş yıllarındaki bir çok tartışmalı konuya değinmesi hem de Türkçe'nin geleneksel diyalektiğini sergilemeye çalışması nedeniyle tarihi sinemamıza nazaran oldukça başarılı bir filmdir. Osmanlı'nın kuruluş yıllarındaki ilk İslamlaşma tartışmalarını, Osmanlı'nın vergi sistemini, Anadolu üzerindeki Moğol baskısını, Türklerin geleneksel inanç sistemlerini ve Osmanlı-Bizans ilişkisini irdelemesi nedeniyle oldukça dikkat çekicidir. Genel tarih algısının aksine bir çok tartışmalı konuyu cesaretle ele alabilmiştir. Bütün bunları ise komedinin sivri diliyle kota-rabilmesi ise filmin bir başka başarılı yönüdür.
Haluk Bilginer ve Beyazıt Öztürk'ün oldukça başarılı diyalogları bir yana tarihimizin en önemli değerlerinden olan Hacivat ile Karagöz'e yaklaşımı ise sinema dili açısından da başarılıdır. Tarihe olan yaklaşımı kadar görselliği de sinemamız için oldukça umut vadeden filmde Anadolu'nun Türkleşmesi/İslamlaşması konusu alışıldık tarihi hamasetçilikten uzak bir dille yansıtılmıştır. Filmde dikkat çeken bir başka konuda kadının Tük toplumu üzerine yapılan tartışmalardır. Filmin yapımcıları özellikle Osmanlı'da İslam inancının ağırlık kazanmasıyla Türk kadının tarih sah- nesinden geri çekilmesini taassuptan uzak bir dille ve çağdaş bir şekilde yorum-lamışlardır. Osmanlı, Türklük, İslamlaşma, Anadolu'nun kozmopolitliği ve daha bir çok soruna getirdiği yenilikçi yorumlarla kaçırılmaması gereken bir filmdir.
Nesimi
Ortaçağ Türk aydınlarının en önemlilerinden olan Nesimi'nin hayatını anlatan film, 1973'te UNESCO'nun Nesimi yılı etkinliklerinin hemen ardından yapılmıştır. İsa Hüseynov'un senaryosu ve Hasan Seyidbeyli'nin yönetiminde çekilin filmin müziklerini ise Azerbaycan müziğinin önemli isimlerinden Tofiq Quliyev kotarmıştır. Nesimi'nin manilerinden demetler de sunulan film; Ortaçağ'da yaşayan Türklerin yaşamları ve Yıldırım-Timur mücadelesinin Anadolu'nun kıyısında, Azerbaycan'da bıraktığı izleri de yorumlamasıyla dikkat çekicidir.
Azerbaycan Sovyet Sinemasının en önemli örneklerinden olan film tarihi gerçekliği kadar sinema tekniği açısından da oldukça beğeni toplamaktadır. Filmde Nesimi'yi canlandıran efsanevi oyuncu Rasim Balayev'in kariyeri bu filmden sonra başlamıştır denilir. Nesimi'nin yaşam öyküsünü tüm tarihi gerçekliğiyle anlatan film arka planda izleyicilere Türklerin Ortaçağ'daki dini, siyasi ve kültürel yaşamı hakkında ipuçları da vermektedir. Türkiye Türkçesi açısından kimi zaman izleyenleri zorlayan film internetten de izlenebilir durumdadır.
Amadeus
Peter Shaffer'in yazdığı Milos Forman'ın yönettiği 1984 yapımı film; müzik tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan Wolfgang Amadeus Mozart'ın hayatını Alexander Pushkin'ın 1830 tarihli tiyatro oyununa dayandırarak anlatmaktadır. Onlarca ödülle onurlandırılmış bu destansı yapım büyük müzik dehasının yaşamını başarılı bir biçimde perdeye yansıtmayı bilmiştir. Tom Hulce'nun Mozart'ı tüm cazibesiyle ete kemiğe büründürdüğü film başarılı dönem kıyafetleriyle ilgi çekmektedir.
Mozart'ın yaşam öyküsünü gizli rakibi olan aynı dönemde yaşamış Antonio Salieri'nin gözünden anlatan yapım böylece anlatıya özgün bir bağımsız dil kazandırabilmiştir. İki buçuk saati geçen sürede bir yandan Mozart'ın ünlü bestelerinin yaratım sürecine tanıklık ederken bir yandan da Mozart'ın yaşadığı dönemde müzik dünyasının hırs ve azimle kirlenmiş yapısı gözlerimizin önüne serilir. Yer yer durağanlaşan film; Mozart'ın canlı kişiliğinin sinemadaki farklı gösterimiyle canlandıkça izleyiciyi yeninden yapıma bağlayabilmiştir.
Cyrano de Bergerac
Yaşamında gösterdiği mütevazi kararlıklıkla etkisini hala sürdüren bir yürekli aşığın öyküsü bir çok kerelere tiyatro piyeslerinde, müzikal oyunlarında yada sinema filmlerinde izleyiciyle buluşmuştur. 1990 tarihli yönetmenliği Jean-Paul Rappeneau'nun yaptığı filmin sinematik gücü yada görsel başarısı değildir onu bu listeye eklenmesine sebep olan. Yada muhteşem oyunculuk performansıyla perdede harikalar yaratan Gerard Depardieu'nun hiç yüksünmeden Bergerac'ın unutulması imkansız burnunu taşıması da değildir.
Dublajın sinema sanatındaki yeri hep tartışılmıştır ama 1990 yapımı bu filmde de görebileceğimiz gibi ülkemizdeki başarılı örnekleri tartışmanın dengesini de kaybetmemize neden olmuştur. Rüştü Asyalı'nın muhteşem seslendirmesi olmasa 1990 yapımı Bergerac filminin diğer filmlerle kıyaslamasını muhtemelen yapılmazdı. Bergerac'ın asırları aşan şiirsel deyişleri ancak Rüştü Asyalı gibi güçlü bir sesin Gerear Depardieu gibi harika bir oyunca muhteşem bir şekilde oturmasıyla mümkün olabilmiştir. Bu filmi; Rüştü Asyalı seslendirmesiyle izlenmesi gerektiği şerhiyle, edebiyat, sanat ve dönem filmleri tutkunları izlemelidir.
Tha Assasination of Trotsky
Rus Devriminin büyük ismi Troçki'nin Türkiye ile başlayıp Meksika'da biten sürgün yıllarının ardından uzun zaman geçti ama ne Troçki'nin Stalin ile olan kavgası tam olarak anlaşılabildi ne de bu kavga sebebiyle işlenen akıl dışı cinayet. 1972 yapımı Filmi usta yönetmen Joseph Losey yönetmiştir. Kendisi de bir komünist olan Losey filmde siyasi tartışmalara fazla girmeden Troçki'nin cinayetini belgesel bir kurgu ile kameraya almıştır. Usta aktörler Richard Burton ve Alain Delon'u birleştiren yapım tarihi gerçekliği ile dikkat çekmektedir.
Film Troçki'nin ölümü üzerindeki sis perdesini aralamak isterken kimi yerde tarihin gizemine yenik düşüyor. Ancak filmin en çarpıcı tespiti ise Troçki'nin sekreterinin cinayette üstlendiği role ilişkindir. Film genel olarak Troçki'nin ölümüne odaklanmış olsa da döneminin ruhuna ve Troçki-Stalin atışmasına da değinmeden geçemiyor. Marx'ın ve Lenin'in yanında Sosyalist kuramın büyük ideologu Troçki'nin Stalin despotizmi karşısındaki siyasal tutumundan, cinayet ile biten hazin öyküsüne tarihe kısa bir bakış atan film unutulmazlar arasındaki yerini fazlasıyla hak ediyor.
Hacivatla Karagöz Neden Öldürüldü?
Ezal Akay ile Levent Kazak'ın 2006 yapımı tarihi komedi filmi bir yandan Osmanlı'nın ilk kuruluş yıllarındaki bir çok tartışmalı konuya değinmesi hem de Türkçe'nin geleneksel diyalektiğini sergilemeye çalışması nedeniyle tarihi sinemamıza nazaran oldukça başarılı bir filmdir. Osmanlı'nın kuruluş yıllarındaki ilk İslamlaşma tartışmalarını, Osmanlı'nın vergi sistemini, Anadolu üzerindeki Moğol baskısını, Türklerin geleneksel inanç sistemlerini ve Osmanlı-Bizans ilişkisini irdelemesi nedeniyle oldukça dikkat çekicidir. Genel tarih algısının aksine bir çok tartışmalı konuyu cesaretle ele alabilmiştir. Bütün bunları ise komedinin sivri diliyle kota-rabilmesi ise filmin bir başka başarılı yönüdür.
Haluk Bilginer ve Beyazıt Öztürk'ün oldukça başarılı diyalogları bir yana tarihimizin en önemli değerlerinden olan Hacivat ile Karagöz'e yaklaşımı ise sinema dili açısından da başarılıdır. Tarihe olan yaklaşımı kadar görselliği de sinemamız için oldukça umut vadeden filmde Anadolu'nun Türkleşmesi/İslamlaşması konusu alışıldık tarihi hamasetçilikten uzak bir dille yansıtılmıştır. Filmde dikkat çeken bir başka konuda kadının Tük toplumu üzerine yapılan tartışmalardır. Filmin yapımcıları özellikle Osmanlı'da İslam inancının ağırlık kazanmasıyla Türk kadının tarih sah- nesinden geri çekilmesini taassuptan uzak bir dille ve çağdaş bir şekilde yorum-lamışlardır. Osmanlı, Türklük, İslamlaşma, Anadolu'nun kozmopolitliği ve daha bir çok soruna getirdiği yenilikçi yorumlarla kaçırılmaması gereken bir filmdir.
Nesimi
Azerbaycan Sovyet Sinemasının en önemli örneklerinden olan film tarihi gerçekliği kadar sinema tekniği açısından da oldukça beğeni toplamaktadır. Filmde Nesimi'yi canlandıran efsanevi oyuncu Rasim Balayev'in kariyeri bu filmden sonra başlamıştır denilir. Nesimi'nin yaşam öyküsünü tüm tarihi gerçekliğiyle anlatan film arka planda izleyicilere Türklerin Ortaçağ'daki dini, siyasi ve kültürel yaşamı hakkında ipuçları da vermektedir. Türkiye Türkçesi açısından kimi zaman izleyenleri zorlayan film internetten de izlenebilir durumdadır.
Amadeus
Mozart'ın yaşam öyküsünü gizli rakibi olan aynı dönemde yaşamış Antonio Salieri'nin gözünden anlatan yapım böylece anlatıya özgün bir bağımsız dil kazandırabilmiştir. İki buçuk saati geçen sürede bir yandan Mozart'ın ünlü bestelerinin yaratım sürecine tanıklık ederken bir yandan da Mozart'ın yaşadığı dönemde müzik dünyasının hırs ve azimle kirlenmiş yapısı gözlerimizin önüne serilir. Yer yer durağanlaşan film; Mozart'ın canlı kişiliğinin sinemadaki farklı gösterimiyle canlandıkça izleyiciyi yeninden yapıma bağlayabilmiştir.
Cyrano de Bergerac
Dublajın sinema sanatındaki yeri hep tartışılmıştır ama 1990 yapımı bu filmde de görebileceğimiz gibi ülkemizdeki başarılı örnekleri tartışmanın dengesini de kaybetmemize neden olmuştur. Rüştü Asyalı'nın muhteşem seslendirmesi olmasa 1990 yapımı Bergerac filminin diğer filmlerle kıyaslamasını muhtemelen yapılmazdı. Bergerac'ın asırları aşan şiirsel deyişleri ancak Rüştü Asyalı gibi güçlü bir sesin Gerear Depardieu gibi harika bir oyunca muhteşem bir şekilde oturmasıyla mümkün olabilmiştir. Bu filmi; Rüştü Asyalı seslendirmesiyle izlenmesi gerektiği şerhiyle, edebiyat, sanat ve dönem filmleri tutkunları izlemelidir.
Guzel ve detayli bir calisma.Tesekkurler.
YanıtlaSilGuzel ve detayli bir calisma.Tesekkurler.
YanıtlaSilHarika filmler gerçekten, hepsini not aldım zaman buldukça hepsini izlemeye çalışacağım. Teşekkürler hocam.
YanıtlaSil